Sâdık Hidâyet – Diri Gömülen PDF Oku indir
Sâdık Hidâyet – Diri Gömülen PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Sâdık Hidâyet – Diri Gömülen kitabını araştırdık. Ayrıca Sâdık Hidâyet tarafından kaleme alınan Sâdık Hidâyet – Diri Gömülen kitap özetinin yanı sıra, Sâdık Hidâyet – Diri Gömülen pdf oku, Sâdık Hidâyet – Diri Gömülen yandex, Sâdık Hidâyet – Diri Gömülen e-kitap pdf, Sâdık Hidâyet – Diri Gömülen PDF Drive, Sâdık Hidâyet – Diri Gömülen Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Sâdık Hidâyet – Diri Gömülen PDF indir Oku
Soluğum kesiliyor, gözlerimden yaş akıyor, ağzım acı mı acı, başım dönüyor, yüreğim sıkışık, bedenim yorgun, ezik ve gevşek. Bilinçsizce yatağa düşmüşüm. Kollarım enjeksiyon iğnesinden delik deşik. Yatak ter ve ateş kokusu veriyor. Yatağın yanına konmuş ufak masa üzerindeki saate bakıyorum. Cumartesi, saat on. Ortasına elektrik ampulü asılmış odanın tavanına bakıyorum. Duvar kâğıdının üzerinde pembe ve açık pembe çiçek ve dal desenleri var. Arada bir de dala yanyana konmuş iki kuş. Biri gagasını açmış, adeta ötekiyle konuşuyor. Bu görüntü, beni yerimden ediyor. Bilmiyorum nedense, hangi yana dönecek olsam, gözümün önünde odadaki masanın üzeri şişe, fitil ve ilaç kutusuyla dolu. Yanık alkol kokusu, sevimsiz odanın kokusu, havaveyağılmış. Kalkıp pencereyi açmak istiyorum. Lakin aşırı bir tembellik beni yatağa çivilemiş.
Sigara içmek istiyorum; canım çekmiyor. On dakika geçmedi, uzayan sakalımı traş ettim. Gelip yatağa düştüm. Baktığım aynada hayli süzülüp, zayıfladığımı gördüm. Güçbela yürüyordum. Oda karmakarışık, bense yalnızdım. Beynimde bin türlü şaşılası düşünce dönüyor, dolaşıyor. Onların tümünü görüyorum. Ama yazmak için en ufak bir his, veya gelip geçici en ufak bir hayal yok; yaşamımı baştanbaşa açıklamalıyım, o da olabilecek değil. Bu düşünceler, bu duygular yaşamımın bir döneminin sonucu, görüp duyduğum, okuduğum, hissettiğim veya zihnimde tarttığım fikirlerle dolu hayat tarzının bir neticesidir. Tüm bunlar benim vehimli ve anlamsız varlığımı oluşturmuş. Yatağımda yuvarlanıyorum. Anılarımı birbirine karıştırıyor, bozuyorum. Perişan ve delicesine düşünceler beynime basınç yapıyor. Ensem ağrıyor, ok gibi bir ağrı giriyor, şakaklarım dağlanmış gibi yanıyor, kıvranıyorum.
Yorganı üzerime çekiyorum; yorulduğumu düşünüyorum. Kafatasımı açıp, bütün bu gri yumuşak kıvrım kıvrım yığını çıkarıp uzağa atsaydım, bir köpeğin önüne atsaydım, ne iyi olurdu! Hiç kimse anlayamaz. Hiç kimse anlamayacak. Her taraftan çıkmaza düşen kimseye “Al başını git ve geber” derler. Lakin, ölüm insanı istemediği zaman, ölüm de insana sırt çevirdiği zaman, gelmeyen ve gelmek istemeyen ölüm.! Herkes ölümden korktuğu halde, ben yaşadığım için kendimden utanıyorum. Ölümün insanı istemeyip, geri durması ne korkunçtur! Yalnız bir şey beni teselli ediyor. İki hafta önceydi. Gazetede okudum. Avusturya’da biri tam on üç kez çeşitli yollarla kendini asmaya teşebbüs etmiş, intiharın bütün basamaklarını geçmiş. Kendini ipe çekmiş, ip kopmuş. Kendisini nehre atmış, sudan çıkarmışlar vesaire. Nihayet son defa evi boş bulunca, mutfak bıçağıyla ne kadar damarı varsa kesmiş ve bu on üçüncü kez, ölmüş! Bu bana teselli veriyor! Hayır, hiç kimse intihar kararına varmaz. İntihar kimilerinde birlikte bulunur. Onların yaradılışında mevcuttur ve onun elinden kaçamazlar.
İşte bu alın yazısının hakimiyet gücü mevcuttur. İnsana hükmeder. Lakin bunun yanı sıra bu, benim. Kendi kaderimi kendim yarattım. Şimdi artık elinden kaçamam, kendimden kaçamam. Kısa olaraksı ne yapılabilir? Yazgım benden daha kuvvetli. Aklıma ne hevesler geliyor? Uyuduğum zaman canım neler çekiyordu? Küçük bir çocuktum. Bana masal söyleyen, ağzının suyunu akıtan Gelin Bacı burada baş ucumda oturmuştu. Aynı biçimde ben yorgun, bitkin, yatağa düşmüştüm. O ballandıra ballandıra bana masal dile getiriyordu ve yavaşça gözlerim kapanıyordu. Düşünüyorum da çocukluk devirlerimden bir kısmını çok iyi hatırladığımı görüyorum. Sanki dünmüş gibi çocukluğumdan pek farklı olmadığımı görüyorum. Şimdi ise tüm karanlık, alçak ve beyhude yaşamımı görüyorum. Acaba o zamanlar mutlu muydum? Hayır, ne büyük bir yanılgı! Herkes çocuğun mutlu olduğunu zanneder. Hayır, çok iyi hatırımdadır.
O vakitler çok daha hassastım; hem taklitçi, hem kurnazdım. Görünüşte gülüyor veya oynuyordumsa da, içten en ufak bir dil yarası, bir iğneli söz, veya en ufak sevimsiz ve saçma bir olay, saatler boyunca düşüncelerimi işgal ediyordu ve ben kendi kendimi yiyip bitiriyordum. Aslını söylemek gerekirse bu doğanın ölü yıkayıcısı, beni alsın götürsün. Cennet ve cehennem bireylerin içindedir diyenler haklıdır. Kimileri dünyaya mutlu olarak gelir, kimileri de mutsuz. Elimde tuttuğum, yatakta not aldığım yarım kırmızı kaleme bakıyorum. Aynı kalemle randevu yerini yazdığım notu, yeni tanıştığım kıza verdim. İki üç kere birlikte sinemaya gittik. Son gittiğimiz film, bir şarkıcının filmiydi. Bir sahnede Chicago’lu ünlü şarkıcı “Where is my Silvia?” şarkısını okuyordu. O kadar hoşuma gitmişti ki, gözlerimi kapayıp kulak verdim. Onun kuvvetli ve çekici sesi hâlâ kulaklarımdadır. Sinema salonu çınlıyordu. Onun hiçbir zaman ölmemesi gerektiği aklıma geliyordu. Bu sesin bir gün susacağına inanamıyordum.
Onun yanık sesinden hüzünlenmiştim. Aynı zamanda hoşlanıyordum da. Alçak ve yüksek tonda çalıyorlardı. Keman telinden çıkan ses, kemanın yayını damarlarımda gezdirip de bütün dokumu müziğe karıştırmış gibi sarsıyordu. Sanki beni hayal gezintilerine götürüyordu. Karanlıkta elimi o kızın memelerine sürüyordum. Gözleri mahmurlaşıyordu. Ben de enteresan bir hale bürünüyordum. Anlatılamayan, hüzünlü ama lezzetli bir durumu anımsıyordum. Onun terütaze dudaklarını öpüyordum. Yanakları gül gibi pespembeydi. Birbirimizi sıkıyorduk. Filmin konusunu anlamadım. Onun elleriyle oynuyordum. O da kendisini bana yapıştırmıştı.
Sanki şimdi düş görmüş gibiyim. Birbirimizden ayrıldığımız günden bu yana dokuz gün geçti. O günün ertesi günü, gidip onu buraya, odama getirecektim. Evi Montparnasse mezarlığının yakınındaydı. O gün onu getirmek üzere gittim. Orada sokak köşesinde metrodan indim. Soğuk bir rüzgâr esiyordu. Hava bulutlu ve tutkundu. Bilmiyorum, n’oldu da pişman oldum. Çirkin olduğu gibi, ondan hoşlanmıyordum da. Ama bir kuvvet beni alıkoyuyordu. Hayır, artık onu görmek istemedim. Tüm gönül bağlarımı hayattan koparmak istiyordum. Bilinçsizce mezarlığa gittim. Bekçisi, çizgili bir paltoya bürünmüştü.
Orada görkemli bir sessizlik hüküm sürüyordu. Yavaş yavaş yürüyordum. Mezar taşlarına, üzerlerine konmuş haçlara, vazoların yapma çiçeklerine, mezarların kenar ve Üzerlerinde bulunan bitkilere hayretle bakıyordum. Ölülerden bir kısmının isimlerini okuyordum. Niçin onların yerinde değilim diye tasalanıyordum. Kendi kendime düşünüyordum. Bunlar ne kadar mutluymuşlar!. Bedenleri toprağın altında çürüyüp ayrışmış olan ölüleri kıskanıyordum. Hiç bu denli bir kıskançlık hissi uyanmamıştı bende. Ölümün basit bir şekilde herkese verilmeyen bir mutluluk, bir nimet olduğunu düşünüyordum. Kesin olarak bilmiyorum, ne kadar geçti. Şaşkın şaşkın bakınıyordum. Kızcağız tümüyle hatırımdan çıkmıştı. Havanın soğuğunu hissetmiyordum bile. Sanki ölüler dirilerden daha yakın gibiydiler bana.
Onların dilini daha iyi anlıyordum. Geri döndüm, hayır, o kızcağızı artık görmek istemiyordum. Her şeyden ve her işten uzaklaşmak istiyordum. Ümidimi yitirip ölmekti istediğim. Ne saçma sapan düşünceler çıkıyor karşıma! Belki de saçmalıyorum. Birkaç gündür iskambil kâğıdıyla fal bakıyordum. Bilmiyorum, nasıl oldu da hurafelere inanmaya başladım. Cidden fal tutuyordum. Yani başka bir işim yoktu. Başka bir iş yapamıyordum. Geleceğimle kumar oynamak istiyordum. Falıma bakmaya niyetlendim. İyi de çıktı. Bir gün saat tuttum. Gördüm ki, tam üç buçuk saat aralıksız iskambil falına bakmışım.
Önce kâğıdı kesiyor, sonra masanın üzerine bir kartı yüzünden, beş kartı da tersinden sıralıyordum. O zaman sırtı çevrilmiş olan ikinci kartın üzerine yüz tarafından bir kart ve onun ardından dört kapalı kart koyuyordum. Böylelikle altıncı kartın yüzü açık olana kadar sürdürmektedum. Daha sonra bir siyah, bir kırmızı gelecek biçimde kartları ardı ardına sıralıyordum. Böylelikle papaz, kız, vale, onlu, dokuzlu olacak biçimde işlem sürdürmektedu. Açılan her sayının altındaki kartı açıyordum. Eğer beşli yahut daha az sayı kalsaydı, sonuç iyi idi. Bundan sonra elimdeki kartları üçer üçer yere koyuyordum. Uygun bir kart gelirse sayıları üzerine sıralıyordum. Lakin bunun altı sayıdan fazla olmaması gerekiyor. Asları ise, ayrı olarak sayıların üzerine koyuyordum. Bunun yanı sıra, fal iyi çıktığı zaman bütün ufak sayılı kâğıtlar, düzenli olarak kendi renginden birlilerin üzerine geliyordu. Bu falı çocukken öğrenmiştim ve onunla vakit geçiriyordum.