PDF

Patrick McGrath – Hayalet Şehir PDF Oku indir

Patrick McGrath – Hayalet Şehir PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Patrick McGrath – Hayalet Şehir kitabını araştırdık. Ayrıca Patrick McGrath tarafından kaleme alınan Patrick McGrath – Hayalet Şehir kitap özetinin yanı sıra, Patrick McGrath – Hayalet Şehir pdf oku, Patrick McGrath – Hayalet Şehir yandex, Patrick McGrath – Hayalet Şehir e-kitap pdf, Patrick McGrath – Hayalet Şehir PDF Drive, Patrick McGrath – Hayalet Şehir Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.

Patrick McGrath – Hayalet Şehir PDF indir Oku

Şehirdeyim, huzursuzluk verici bir tecrübe, çünkü New York ölümden fazla ölüm dehşetinin kol gezdiği bir yer halini aldı. Birçok ev terk edilmiş durumda ve terk edilmemiş olanlardan da, hâlâ içinde yaşamaya devam edenleri korumaya yönelik çalışmaların dumanı artıyor. Sokaklar sessiz; bir tek, kayıpları yeni olanların hafif iniltileri var, bir de yüklerini Potter’s Field’e sürükleyen kederli ölü arabalarının gümbürtülü tekerlekleri. Sadece tek bir meydanda bunlardan beş tane gördüm, her biri başka bir kapının önündeydi. Şurada burada, hastalara bakmak için kalmış olan birkaç cesur doktor göze çarpıyordu. Bir ellerinde siyah çanta, diğer ellerinde salgından etkilenmemek için yüzlerine bastırdıkları nane ruhuna batırılmış bez şarkısıyla bir evden diğerine koşuşuyorlar. Rıhtımlar da sessiz. Artık Narrows’dan mal gelmiyor. Zaten ben New York’un liman olarak işinin artık bittiğini işittim, bütün dünya çapından gelen yolların kesiştiği yer olarak hastalığa o kadar açığız ki… İskelenin ucundan denize açılan bir kayık görüyorum, bir yelken açılıyor, bir teknede üç çocuk, iki kadın, birkaç da kutu. Long Island’a doğru yola çıkıyorlar, o yeşil tarlalarda, buradaki bulaşıcı hastalıktan kurtulmayı umarak. Boş çaba, çünkü insanın gittiği her yere Veba da gidiyor -öyleyse niçin kaçasın? Kendi evinde oturup sona orada hazırlanmak çok daha iyi. Benim politikam bu. Günlerden Temmuzun Dördü, 1 1832, anam öleli elli yıl oluyor ve hiç kuşkum yok ki bu hafta dolmadan ben de onu izleyeceğim. Bütün yaşamım boyunca New York’ta yaşadım. Bağımsızlık Savaşı’ndan önceki hadiseleri doğru dürüst anlayamayacak kadar ufaktüm, ama Manhattan’ın çiftlikler ve dingin çiçek bahçelerinin olduğu bir yer olduğu masum dönemi hâlâ hatırlarım.

Bunun yanı sıra, gemiler Narrows boğazından, vahşi çiçeklerimizin ve meyve ağaçlarımızın içinden geçerken, yolcular adanın kokusunu duyarmış derlerdi. Güney uca şehrin kendisi tünemişti, parke taşı döşeli, ağaçlık ve gölgelik sokaklar üzerinde git gide artan, kiremitle rengârenk ahşap karışık kademeli çatıları olan tuğladan binaların nizami bir biçimde buluştuği şehir. Ağır ticaret gemileri dünyanın her tarafından gelir, doklarımıza demir atardı, tüccarlarımız ve onlarla birlikte de bir yığın ilişkili alandan insan refaha kavuşmuştu. Benim babam, refah senelerında düzenli işi olan bir dolap imalatçısıydı. Liman kapatılınca yoksulluğa düştü. Bundan hemen sonra da Washington’un ordusuna yazıldı ve işgal altındaki Boston’da İngilizleri kuşatmakta olan birliklere katılmak için kuzeye gitti. Evimiz şehrin batı yakasındaydı, eski Trinity Kilisesi’nin arkasında, Lambert Sokağı’nda -Trinity’nin tam gölgesi altında gibi gelirdi bana, çünkü çocukken anamın sebze ekip tavuklarını yetiştirdiği arka bahçeye yer yer tecavüz eden eğik mezar taşları içinde tek başına gezmekten hoşlanırdım. O evi çok severdim. Babam kendi elleriyle yapmıştı. İddiasız bir ev olduğunu bildiğim halde, o günkü ufak çocuk için bir malikâneydi orası. Kuzeyde bataklık ve aşağı kıyılarına istiridye teknelerinin yanaştığı nehre kavuşan alçak yamaçlardaki tarlalar uzanıyordu. Warren Sokağının üzerindeki otlaklarda inekler otlar, yazın çimenler insanın beline kadar gelirdi. Güneyde liman vardı. Kocaman gemilerin Doğu Yakası iskelelerinde demir atmalarını izlemek için sürekli olarak anamla adayı boydan boya geçerdik. Küçük yaştan beri anam bana, İngilizlere, tek amaçları Amerikan halkını ufak düşürmek ve köleleştirmek olan kurnaz zorbalar gözüyle bakmayı öğretmişti.

Son zamanlarda, Güney Caddesindeki bir meyhanenin arka odasında, gecenin yarattığı duygusallık anlarında içkinin ardına sığınmışken, Bağımsızlık Devrimini hâlâ davasında başarılı olmuş bir mücadele olarak görebiliyorum, çünkü kaderimiz böyle olmasını istemişti; evet, kaderimiz. Ama ardından gelen ürpertici şafak ışığında yanılsamalarım, limanın üzerindeki sis gibi dağılıyor ve ben bambaşka bir öykü hatırlıyorum, çok daha karanlık bir öykü. Çünkü Bağımsızlık Savaşı bir dehşet dönemiydi ve örneğin ben, o günleri övünçle değil peşimi bırakmayan bir utanç duygusuyla anımsıyorum. ’76 senesinin baharında, ben on yaşındayken, düşmanın Boston’u boşalttığı ve denize açıldığı duyuldu. Aralarında babamın da olduğu Washington’un askerleri sel gibi New York’a geri döndüler ve derhal parke taşlarını söküp sokaklarda hendek kazmaya koyuldular. Ağaçlarımız barikat yapmak için kesildi, denize bakan her buruna bir top yerleştirildi. Kısa süre içinde şehir, gelişen bir Atlantik limanından çok bir müstahkem askerî kampı andırmaya başladı. Bir süredir ticaretimiz durdurulmuştu ve doklardaki çamur, su alçaldığında feci buharlar çıkarıyordu; çoğu kaşıntı, frengi, akıntı hastalıklarına tutulmuş insanlar bu kadar ufak bir alana sardalya konservesi gibi sıkıştırılınca yaşanan sağlığa aykırı pisliklerin kokusu da buna ilave edilince ne olur -şehir artık kokmuştu. Dünya tepetaklak edilmişti. Onların filosu haziranda çıkageldi ve Aşağı Koy’da demir attı. Pitt Tepesi’ne tırmandık, hatırlıyorum, bu kadar gemiyi bir arada görünce dilim tutuldu; bütün o beyaz yelken bezleri güneşin altında şişiyor, direkleri de ormandaki ağaçlar kadar kalın. Ama ağabeyim Dan bunların Kral George’un gemileri olduğunu ve bizim hepimizi un ufak etmek için toplarıyla geldiklerini söyleyince hemen hemen altıma kaçırıyordum! Ama haftalarca hiçbir şey yapmadılar. Staten Adası’na yerleştiler ve bundan sonra ne yapacaklarını görmek için beklemeye başladık. Derken sonunda bilgi geldi: Long Island’a geçmişler. İşte Washington’un onlarla savaştığı yer orası.

Fena yenildi ve bir sürü adamını kaybetti. Ertesi sabah, sessiz, korku dolu evimizde kahvaltı başındayken babam, tüfeği ve bohçasıyla aksak aksak içeri daldı. Ufak tefek, tasalı bir adamdı babam ve o gün tasası büyüktü. Tıraş olmamıştı, pisti, giysileri yırtılmıştı, kafası da kanlı bir sargıyla sarılıydı. Düşman tarafından sarıldıklarını ve kurtulmaya çalışırken pek çoğunun öldüğünü dile getirdi bize. Bazıları da Gowanus Çayı boyundaki bataklıklarda boğulmuş, teslim olmak isteyen bazıları da süngülenmiş. Dedi ki, iç organlarının fırlamasını engellemek için karnını tutan adamlar görmüş, bazıları da kan kaybından bayılıp iki karış suda boğulurken dostları onların yanından koşup geçmiş, korkudan durup beklememişler. Kanlı bir katliammış, dediydi. Kaçabilen şanslılar Brooklyn köyünün hemen arkasındaki yüksek arazide çadır kurmuş, ellerinden geldiğince kendilerini emniyete almışlar. Bütün bunları, mutfak masasının başında, annemin önüne koyduğu yemeğe hemen elini bile sürmeden otururken anlattı. “Sonra bir fırtına patladı,” diye fısıldadı. “Gök gürültüsü ve şimşek korkunçtu ve iliğimize kadar ıslandık. İki ordu, birbirinden beş yüz metre bile uzak olmayan bir mesafede kamp kurmuş olduğu halde o akşam birbirini göremiyordu. Tuzağa düşmüştük,” dedi, “bizden geriye kalanlar, işte orada, Brooklyn Tepelerinde. Yapacak başka bir şey yoktu, teslim olmaktan gayrı.

” Ağzını kolunun yeniyle sildi ve yüzümüze baktı, başını sallayarak. Biraz bira içti. “Peki ne oldu?” dedi ağabeyim Daniel. “Ne mi oldu? Bizi kurtardı.” “Kim?” Kim mi? Ben bile biliyordum kimin kurtardığını! “Çoğumuz geceleyin karşıya taşındık. En son geçenler gün ağardığında geldi. En sonunda General geçti. Eğer geçmeseydik sonumuz gelmişti, Washington’un kellesi ipe geçmişti.” “İpe mi?” General Washington’un kellesinin ipte sallandığı fikriyle dehşete düşmüştüm, bunu hatırlıyorum. Kırmızı ceketlilerin 2 yakında zamanda Kips Koyu’ndan karaya çıkacakları söylentileri havada uçuşurken, bizim adamlarımız, onları Harlem Tepelerinde durdurma ümidiyle adanın batı yakasından doğru geri çekiliyorlardı. Annem, korku içindeki babamı arka kapının önünde öpüp saç sakal birbirine girmiş kafasını elleri arasına alarak, geri geldiğinde onu bekliyor bulunacağını söyleyince hepimiz alkışladık. Annem, bir kaçak gözyaşını silerek arkasını döndü, ardından, babam gitmişti. Onu son görüşüm bu oldu.

Patrick McGrath – Hayalet Şehir PDF indir Tıklayın

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu