Muzaffer İzgü – Zıkkımın Kökü PDF Oku indir
Muzaffer İzgü – Zıkkımın Kökü PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Muzaffer İzgü – Zıkkımın Kökü kitabını araştırdık. Ayrıca Muzaffer İzgü tarafından kaleme alınan Muzaffer İzgü – Zıkkımın Kökü kitap özetinin yanı sıra, Muzaffer İzgü – Zıkkımın Kökü pdf oku, Muzaffer İzgü – Zıkkımın Kökü yandex, Muzaffer İzgü – Zıkkımın Kökü e-kitap pdf, Muzaffer İzgü – Zıkkımın Kökü PDF Drive, Muzaffer İzgü – Zıkkımın Kökü Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Muzaffer İzgü – Zıkkımın Kökü PDF indir Oku
Bando mızıkayla dünyaya gözlerini açtım; gerçekten bando mızıkayla! Yıl 1933, aylardan ekim, günlerden 29; yani Onuncu Yıl … On yılda on milyon genç yarattık her yaştan diye marşların söylendiği cumhuriyetin onuncu yıl dönümü… İşte o gece annem tutturmuş da tutturmuş, Fener alayını izleyeceğim diye. Babam, Yahu avrat, ayın günün, sancın mancın tutar, hem bu karınla, demiş. Ama annem, hiç öyle coşkulu bir günde evde oturmak ister mi? Komşu kadınlardan biriyle çıkmışlar evden, bir yaşındaki abim de annemin kucağında. Fener alayını eve en yakın izleme yeri olsa olsa Saathanenin orası. Annemle komşu kadın bezirganların önündeler daracık kaldırıma dizilmişler, bireylerin arasına sokulmuşlar. Ama nasıl kalabalık, iğne atsan yere düşmez. Az sonra bando öteden gözükmüş. Pıstattararaa!… demeye başlayınca, Uy anam, annemdeki sancı… Breh, kaldırımda adım atacak yer yok, ya yön insan, gerisi dükkan. Aman ha, kadının sancısı tuttu ha, yol verin ha! Yol nerde ki? O sıra, bando da ermiş gelmiş annemin önüne… Kadın doğurdu ha, doğuracak ha… Polisler yol vermişler anneme, Yürüyün bandonun ardı sıra, ilk sokaktan sapın içeri diye. Gümdattarara!… Bando önde, annem, ben, abim, komşu kadın ardında, fener alayı bizim arkamızda, ha dünyaya geldim ha doğacağım. Gümdadadadatdat dat dat dat… Annemi eve dar yetiştirmişler. Tastamam eve geldikten on dakika sonra beni doğurmuş. Adana’nın Saathanesinin çanı yirmi ikiyi Dan dan dan diye vururken… Anam biz on beş yaşına basmadan Hürriyet Mahallesine göçmek istemiyordu. Oysa ki babam, -Ulan avrat, ne var yani göçsek gitsek Hürriyet Mahallesine, kurtulsak şu ev kirasından, derdi. Babamın ev dediği şey, kocaman bir avlu, avluda bir nar ağacı, bir okaliptüs, bir de küçücük oda… Odanın üstü çinkolarla kaplı, yanları bozulmuş ambalaj sandıkları ve çamur… çamur… Babamın eve her sene bir pencere açma merakı yüzünden, bu mal sandıkları testereyle delinir, pencere bu sene kuzeye bakıyorsa, gelecek yıl doğuya; doğuya bakıyorsa, öbür yıl güneye bakıyordu… Felsefesi basitti babamın: -Değişiklik gerek!.
Olsun babacığım, değişiklik olsun!. Nasılsa, biz iki küçüğün dünyası, kuzeyde de aynıydı, güneyde de, doğuda da aynıydı, batıda da… Yalnız, yatağımıza yattığımız zamanlar, tavandaki kocaman sinema kağıdı farklı zamanlarda dünyamızı değiştirirdi. Babam, tavanı tastamam örten bu sinema kağıdını yırtmadan çakmak için epeyce cambazlık etmiş, epeyce de haşlamıştı anamı… -Ulan avrat, dibinden tutma, ortasından tut! Ulan avrat, ortasından tutma, yanından tut… Oğlum, keseri ver, oğlum çiviyi ver, ulan kör, çivi ayağının dibinde! Kağıt tavana çakılıp da bitince, onun sevinciyle tüm aile sırtüstü yere yattık. Tarzan Ormanlar Kralı. Uzun saçlı bir adam, yarı çıplak bir kadın, yarı çıplak bir çocuk, bir de maymun… Ve ağaç ağaç ağaç… Ağaçların ardında, geceleri bizi korkutan, titreten koskocaman kükreyen bir aslan… İlk günler çok fısıldadık anama, -Anaa, biz korkuyoruz, babama söyle kovalasın şu aslanı şuradan, diye. Anacığım, gel git sonunda inandırdı bizi onun kedi olduğuna. Öyle bir kediydi ki bu, tarzandan bile büyük bir kedi. -Olur mu, dedim ben abime. -Olur, dedi. Niye olmasın, babamla Kanlızade Osman Emmiye baksana, babam onun yanında kedi gibi kalmıyor mu? Sonraki günler mutlu etti bu kağıda bakmak bizi. Uyumadan önce gözlerimizi bu kağıda diker, ormanda tarzanla dolaşır, yarı çıplak kadının acıma duygusuyla bize uzattığı elmayı yer, maymunla uzuneşek oynardık… Babam da mutluydu… Nedense çok ısındı o kış evimiz. Oysaki, yakıtımız yine aynıydı. Çok orijinal, çok bilinmedik, bulunmadık bir yakıttı bizimkisi. Ağustos ayında tek atlı bir araba, bizi kocaman bir fabrikanın kazan dairesine götürürdü. Babam, arabacının yanına otururdu, biz iki kardeş arka tarafa.
Bu yaysız, bu insanın barsaklarını yerinden oynatan arabada bir tek şey çok hoşuma giderdi, babamın bıyıklarının sallanması… Sanki bıyık değil, kara yünden bir tutammış gibi tir tir titrerdi babamın bıyıkları… Araba durur durmaz, biz kovalarla yere atlardık. Babam, birileriyle konuşur, sonra bize. -Hadi bakalım, derdi. Birkaç ayak merdiven iner, kapkara bir kömür tozu yığınıyla karşılaşırdık. Zaten zayıf olan bacaklarımız titrerdi, helke dediğimiz kovaları doldurup üç beş basamak merdiveni çıkarken… Ama kışı; o çok sıcak bilinen Adana’nın kuru ayazı aklımıza gelince, bacaklarımızı daha çok oynatır, arabaya bir kova daha fazla kömür tozu atabilmek için çırpınırdık. Kendi kendimize, o çocuk dünyamıza bir de oyun yakıştırırdık oracıkta. -Seninki kaç helke oldu? -Otuz! -Benimki kırk bir. Babamın sesi duyulurdu: -Ulan doldurun, başında ders çalışıp adam olacaksınız! Eh, madem adam olmamız bu kömür tozlarına bağlıydı, öyleyse ha çabala Muzo, ha çabala Sefa… Bir araba dolusuna pazarlık etmiş olmalılar ki, araba dolmaya başlayınca babam üzerine çıkar bir güzel çiğnerdi, biz yeniden doldurmaya koyulurduk. Araba, bir saatte mi dolar, yarım saatte mi bilemiyorum, ama araba yükünü alınca, biz de epeyce yükümüzü almış olurduk. Kapkara olmayan, bir tek alt yanımız kalırdı. Bakıp bakıp gülerdik birbirimize… -Oh oh, derdi babam, aynı sizi kömür çualından çıkardığımız günkü gibi oldunuz! Nedense, bizim mahallenin yoksul çocuklarının hepsi kömür çuvalından çıkmıştı da, Yaşar’ı, Nedim’i, Rıfat’ı leylek getirmişti. Belki de, biz kışın dünyaya sıra geldiğinden leylekler burada değildi. Suç anamın, azıcık dişini sıkıp da bizi marttan sonra dünyaya getirseydi, leyleğe binme mutluluğuna biz de erişirdik… Araba dolduğu zaman, geldiğimiz o uzun yolu yaya dönmek zorundaydık. Ağustos sıcağında kaynardı yer… Nereye bassan alev. Ama, bizim ayaklarımızın altı, daha yaşımıza girmeden toprakla içlidışlı olmaya başladığı için evelallah bağışıklığı vardı.
Mademki babam, toprakla ayağımızın arasına bir deri parçası koyamıyordu, öyleyse bu görev yoksul dostu Tanrı’nındı. Allah baba, yere iyi tutunalım diye hem ayağımızı büyütmüş, hem de ayağımızla toprak arasına kapkalın bir deri parçası koymuştu. Mutluluktu o yürüyüş… Adam olmamız için gerekli olan kömür tozu arabası önde, biz iki kardeş onun ardında, geleceğinden, kışından, soğuğundan güvenli yürü Allah yürü!. Hele yolda bir de çeşmeye rastlarsan, isterse musluğundan akan su değil kan olsun, ne önemi var, daya ağzını, iç kana kana! Ayaklarının attı mı tutuştu, tut suya, tepen mi yandı, eğil musluğa… Su, cana can katan su, hele bir de bağrını dayadın mı çeşmeye, bulunmaz mutluluk be!. Böyle saltanata kim olur da karşı çıkmaz… Eve varınca anam karşılardı bizi: -Viiii, arap olmuşlar, arap, derdi. Babam yine bağırırdı: -Hadi bırakın da lavgarlığı, kömür yığın! Eh, toz bu, şayet bir yere iyice yığmazsan uçar gider. Uçup gittiği bir şey değil, sonra mahallenin yüksek pencerelerinden, -Rezil ettiniz odamızı! -Daha yeni yıkamıştık tül perdelerimizi! -Bu buluş da nerden çıktı, diye bağırırlardı. Bilmezlerdi ki bu buluş en ucuz buluş, hem de ne buluş!. Kömür tozunun ortasını iyice açar, kova kova su taşırdık. Tulumbaya basmak görevi, benimle kardeşimin, taşıma işiyse annemindi. Annem taşır, babam kürekle kömür tozlarını karardı. Harç yapardık, kömür harcı… -Suu! -Geldi herif! -Dök, şu tarafa dök! Avrat, bas ayağını oraya, su akıp gidiyor. Ulan Sefa yetiş, sen de su tarafa bas! Babamın heyecanına iki kardeş koşar, tozların altından çıkan suyun yolunu tıkamaya çalışırdık. Bu iş, aşağı yukarı yarım günümüzü alırdı. Bundan sonra buluşun son bölümü gelirdi.
O bölümde, seri üretime geçerdik. Her birimizin elinde birer sahan, bu sahanların içine kömür harcını doldurur, sonra elimizle üzerine bir iki vurur, ters kapatırdık yere. Sahanın kalıbını alan kömürleri babam, tam bir asker gibi sıraya dizerdi. -Ulan bu sıra üçlü olacak ha! -Ulan kim boşalttı onu öyle bok gibi yere? Kim boşalttıysa onu öyle, koşar hemen toplardı. Akşam, bu işler bittikten sonra, hemen yaz için kurulmuş (ki, onun da adı vardı bu yoksul evinde, taht) tahtın merdiveninin dibine gelirdik. Anam, ısıttığı suyla bizi bir güzel sabunlar, serin yatalım diye birer kova da soğuk su dökerdi başımızdan aşağı… İki kardeş koşturur, cibinliğimizin içine girer, adam bulunacağımızın mutluluğunu ta içimizde duyarak uyurduk… Üç, dört gün sonra da yere dizdiğimiz kömür kalıplarını toplardık. Bu süre içinde o tozlar iyice kurur, birbirlerine yapışırdı. Sonra, onları teker teker içeriye taşır, kocaman bir sandığın içine özenle yığardık. Gerçi babam bu işe karışmazdı ama, akşam eve gelince sormadan da edemezdi: -Hiçbirini kırmadınız değil mi avrat? Anam yanıt verirdi: -Yok herif, kırmadık, bi güzel yerleştirdik. -Kırmışınızdır kırmışınızdır!. Bizim gözümüzün içine bakardı: -Kırmadık baba! -Ulan, benim bildiğim çocuklarsanız, kırmışınızdır. Anam atılırdı: -Kırmadık dedik ya herif! -Yahu niye yalan dile getiriyorsunuz, doğru söyleyin kaç tane kırdınız? Yahu herif, hiç kırmadık. Eder edemez, kendi kendine bir şeyler söylenir, başını kaşır, bulgur çorbasından bir Iokma daha alır, -Kırılır bu bok kırılır, der, işin içinden çıkardı.