Muzaffer İzgü – Dayak Birincisi PDF Oku indir
Muzaffer İzgü – Dayak Birincisi PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Muzaffer İzgü – Dayak Birincisi kitabını araştırdık. Ayrıca Muzaffer İzgü tarafından kaleme alınan Muzaffer İzgü – Dayak Birincisi kitap özetinin yanı sıra, Muzaffer İzgü – Dayak Birincisi pdf oku, Muzaffer İzgü – Dayak Birincisi yandex, Muzaffer İzgü – Dayak Birincisi e-kitap pdf, Muzaffer İzgü – Dayak Birincisi PDF Drive, Muzaffer İzgü – Dayak Birincisi Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Muzaffer İzgü – Dayak Birincisi PDF indir Oku
Oldu bitti karakollardan korkarım, önünden geçerken bile içim titrer, ayaklarım birbirine dolaşır. Hele karakolun bahçesinde bir komiser, bir polis varsa yolumu bile değiştiririm. Olur ya, adam yürüyüşümü beğenmez, kaşımı beğenmez, gözümü beğenmez, alır beni içeri, neren ister neren istemez… İşte geçen gün karakoldan bekçi kanalıyla bir çağrı alınca, öyle korktum ki, öğle yemeği değil, akşam yemeği bile yiyemedim. Hani bir evden ölü çıkar, hani bir evde çok mühim bir olay olur, o akşam tüm akraba eş dost o evde toplanır ya, onun gibi, “Dost kara günde belli olur” diyen tanıdık hısım akraba doldular bizim eve. — Eee şunu baştan anlat hele! — Bir bekçi geldi, bu kâğıtta adı yazılı olan sen misin, dedi. Hı, benim, dedim, öyleyse yarın saat dokuzda karakola gel, dedi. — Ne için diye sormadın mı? — Yoo hayır. — Bu yakınlarda ne yaptın iyi düşün? — Bir şey yapmadım. — Kimlerle g — İyi düşün, polis mutlaka bir şeyini saptamıştır? Kafamı patlatıyorum, son bir haftayı, on beş günü, hattâ bir ayı gözlerimin önüne getiriyorum, hadiseleri usuma vuruyor, hayır, ben polislik hiç bir şey yapmadım, diyorum. Bir kez, tüm akraba, hısım, dost, dayak yiyeceğime yüzde yüz gözüyle bakıyorlar, yalnız bu dayağın ölçüsü ne olacak, onu bilmiyorlardı. Çünkü polisin her suç için önceden konmuş belirli bir dayak kontenjanı vardı. Şu iş için şu denli dayak, bu iş için bu denli dayak… Peki, hiç suç işlememiş bir insan için? İşte en fenası bu ya. Dayım öyle diyordu: — En fenası bu… İşlemediğin suç için atılacak dayağın ölçüsü yoktur. Bazı zaman yarım gün döverler, arada bir bir gün, arada bir de bir hafta. Amcam: — O zaman yeğenim, yemek yememek olmaz.
Çok iyi gıda almalısın, sabahleyin de sıkı bir kahvaltı yapmalısın, dedi. Lakin o zaman dayağa karşı kuvvetli olabilirsin. Yoksa mahvolursun. Mümkünse tok tutan şeyler ye. Kaç gün dövecekler belli olmaz! — Hap yutmalısın, dedi ufak amcam. Karakola gitmezden önce sakinleştirici hap yut, o zaman dayağı sakin sakin yersin. Çünkü öfkelenir, polise karşı gelirsen daha çok döverler. — Aslına bakarsanız, dedi arkadaşım, bu hususta antreman yapmak gerek. Ben derim ki, antreman olsun diye arkadaşa şimdi bir posta dayak atalım, sabah da bir posta. Karakolda o zaman hiç sıkıntı çekmez. Akıl akıldan üstündür. Komşumuz: — Banyo yapsın, dedi. İyi bir tıraş olsun, Saç tıraşına, sakalına, gömleğine kafayı takmasın polisler. Çünkü bir kesimde ben karakola düşmüştüm de, polisler uzamış sakalıma kızıp kızıp ver ettilerdi dayağı. Son öneri babamdan geldi: — En kalitelisi, dayısı, iki amcası, ben, varsa başka gelecek, hep birlikte karakola gidelim, dedi.
Bu öneri hepsinden fazla beğenildi. Eşim sofrayı hazırladı, on iki tane lop yumurta yedim. Evde su ısınıncaya dek, berbere gidip sinekkaydı bir tıraş oldum. Arkadaşım sağolsun, ilk posta dayağı çekti. Sıkı sabah kahvaltısından sonra, amcalarım tuttu, arkadaşım falakaya yatırdı. Onun ardından sakinleştirici üç hap… Ben önde, karakola götürme komisyonu ardımda karakolun yolunu tuttuk. Sağolsunlar, o denli moral veriyorlardı bana, ama ne dayak antrenmanı, ne aldığım gıdalar, ne de içtiğim hap güçlendirmiyordu beni. Karakola yaklaştıkça dizlerimin bağı çözülüyordu. Hele kapıda, az daha kalbim duracaktı. İçeri girdik. Benimle birlikte tastamam yedi kişiyiz, babam, iki amcam, dayım, komşumuz ve arkadaşım. Karım ve çocuklarımı da alsaydım acaba nasıl olurdu? İyi ki almamışım… Niye mi? Çünkü önce arkadaşımı aldılar içeri, bir güzel dövdüler. Sonra komşumuzu. Onun ardından dayım yedi dayağı. İki amcamı birlikte aldılar.
Onların içerden çığlıkları gelirken, babamı kolundan yakalayıp götürdüler. İçlerinde en kuvvetli ben çıktım, ne sarardım, ne korktum, sıram gelince içerde dayağımı yedim çıktım. En az da beni dövdüler. Çünkü ne sakalım vardı, ne de tıraşım, gömleğim de tertemizdi. Üstelik hap içtiğim için çok sakindim. Polislere karşı gelmedim. Hattâ bana dayak atan polislerden biri: “İşte, dedi, dayak yiyecek adam bunun gibi olmalı. İnsan böylelerine dayak atmaktan âdeta zevk duyuyor. İnsan efendi efendi dayağını yiyip gitmeli. Şu adamdaki efendiliğe bak, tıraşı, sakalı, gömleği… Lütfen ayağınızı biraz daha uzatır mısınız, sopa tam denk gelmiyor da… ” Bırakırlar diye bekliyoruz. Bırakmadılar. İfademiz alınmak için beklettiler. Bunun yanı sıra komiserin nöbeti bitti mi ne oldu, yeni gelen bir komiser, bizi orada bardak gibi dizilmiş görünce, polislere : — Alın bunları, ıslatın biraz, dedi. Bu kez benden başladılar. Sırasıyla, babam, amcalarım, dayım, komşumuz, ve arkadaşım, dayağını yiyen çıktı.
İkinci posta dayakta yine efendiliğim, sakinliğim, temizliğimle birinci geldim. Polisler kutladılar beni. Hattâ komiser de kutladı: — Nereden öğrendiniz bu denli güzel dayak yemesini? diye övdü. Ne ifade, ne de bir şey, saldılar bizi. Eve doğru koşmağa başladık. Şaşkınlıktan hiç birimizin aklına gelmedi. Gerçekten biz ne için gitmiştik karakola? öyle ya, bekçi bir iş için çağırmamış mıydı beni? Yoldan döndüm, geri gittim karakola. Komiser’e: — Bekçi dün beni çağırmıştı da, dedim. — Ha adın neydi? diye sordu. Söyledim, önündeki notlara baktı: — Ha, dedi, seni bir vergi borcunu tebliğ için çağırmışız. İmzalayın şurayı… İmzaladım. Tebliği aldım. Komiser, orada bulunan polise: — Arkadaşa dayak atmış mıydınız? diye sordu. — Biraz önce atmışlardı efendim, dedim. — Ha öyle mi, dedi, iyi iyi, o zaman gidebilirsiniz… Akşehir Nasreddin Hoca Gülmece öykü Yarışması Üçüncülük Ödülü (1978) DİKTATÖR Diktatör, ülkenin tüm devlet daireleri, tüm okulları, tüm genel yerlerine, resmini astırdıktan çok kısa bir süre sonra buyurdu ki: — Bundan böyle, boyum büyüklüğünde fotoğraflarım, her evin, her odasına asılacaktır.
Hangi ev resmimi asmazsa, en ağır cezaya çarptırılacaktır. Diktatör böyle buyurunca, kim cesaret eder asmamağa? Çalışmış basımevleri, çalışmış ofsetler, devlet kesesinden milyonlarca diktatör resmi basılmış. Görevliler tomar tomar yüklemişler bu fotoğrafları, mahalle mahalle, sokak sokak, ev ev imza karşılığında alındı belgesiyle dağıtmışlar. — Kaç odanız var hanım? — Dört. — Al dört resim. Mutfağı unutma sakın. — Aman bağışlayın, beş. Nerede, hangi tarihte, hangi ülkede, bir yakışıklı, bir yüzü güzel, suratından insanlık akan, gözleri sevgiyle bakan, duruşuyla insanda güven sağlayan diktatör görülmüştür ki? Bu diktatör de, tüm diğer diktatörlere benzermiş. Kara bir yüzü, birbirine yakın gözleri, dar alnı, geniş çenesi, kepçe kulakları varmış. Ağzı bir canavar ağzına, bıyıklan kenef arkasındaki sazlığa benzermiş. Kocaman kafa, tıs göğüs, uzun kollu hırsız örneği, çapraz bacak yengeç modeli… Ah, bir de beyni görünse, kimbilir ne togöz alıcı, ne sulak… O kabak kafa, o ablak suratla beyni görünmese de tasınlamak olası ya. Bak adamın suratına, tastamam kırk gün işin rasgitmesin. Ama ne yapsın halk? İşin ucunda eziyet olmasa, işkence olmasa, hapis olmasa, asmaz ya bu adam boyundaki resmi duvarına, ah o korku… “Resmim her evin her odasına asılacak” Buyruk buyruk ama, ya çocuklar? Evet çocuklar… Diktatörün resmine baka baka uyumaya çalışan çocuklar, az sonra başlamışlar geceleri zıplamağa, sıçramağa. — Anaa… — Yat oğlum, uyu kızım. — Anaa öcüü.
Anaa canavar. Resme uzanmış çocuk parmakları, korkulu. — Oğlum kızım, insan o, yöneticimiz o. — İnanmam, bana o anlattığın masaldaki canavara benziyor. — Yavrum bak insana benziyor, insan. — İnsansa, yüzü niye öyle karanlık? Ah ah, gel de çocuğa söz anlat, kolay mı çocuğa söz anlatmak, o karanlık yüzlü adamm, insan olduğunu ispatlamak? Çocukların ruh sağlıkları gün geçtikçe bozulur olmuş o ülkede. Anaları babaları bir telaştır almış. Ne yapsınlar, ne etsinler, çocuklarının ruh sağlıklarını düzeltsinler? Kimi çocuklar geceleri altlarına işemeğe bile başlamışlar… Ah diktatörün yüzüne işeyebilseler!… Buyrukta şunlar olmasa: “Resim hiçbir surette indirilmeyecek, üzerine, hiçbir şey asılmayacak, üzeri örtülmeyecek. ” o zaman kolay. Gel gelelim… E pekiyi, analar babalar elleri kollan bağlı duracaklar mı böyle? Hiç dururlar mı? El de çalışmış, kafa da. Eline boyayı alan, fırçayı alan diktatörün resminin başına geçmiş. Oraya bir fırça, buraya iki fırça, işte yüzü tombullaştı, işte kulağı yapıştı, diyerek, resmi güzelleştirmeğe çalışmışlar. Hiç boyayla kurdu kuzu yapma olası mı? Ama umarsız olunca… Diktatör, her fırça darbesinden sonra daha da çirkinleşiyor, daha da korkunçlaşıyormuş. Alna bir fırça, oluyormuş çifte kafa. Yanağa bir fırça, oluyormuş geri zekâ.
Göze bir fırça, aman allahım, dipsiz bucaksız korkunç düşlerin, korkunç suratı… “Ha şöyle edersek güzelleşir, ha böyle edersek güzelleşir. ” I ıh… Fırça fırça üstüne… Burayı tara, şuraya gölge kondur… Olmuş surat bir Frankeştayn… Silsen silinmiyor, yapsan yapılmıyor. “Ulan ne belâdır bu be… ” — Yahu ne yapalım? — Ne yapalım, ne yapalım? — Eline çiçek verelim. — Hay yaşa… Eline çiçek vermişler. Çiçek güzel, gül dostluk, menekşe kardeşlik, sümbül eşitlik, papatya aldık, ama ya bu adamın elinde??? — Çağırın çocukları baksınlar bir.