Murat Yalçın – İma Kılavuzu PDF Oku indir
Murat Yalçın – İma Kılavuzu PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Murat Yalçın – İma Kılavuzu kitabını araştırdık. Ayrıca Murat Yalçın tarafından kaleme alınan Murat Yalçın – İma Kılavuzu kitap özetinin yanı sıra, Murat Yalçın – İma Kılavuzu pdf oku, Murat Yalçın – İma Kılavuzu yandex, Murat Yalçın – İma Kılavuzu e-kitap pdf, Murat Yalçın – İma Kılavuzu PDF Drive, Murat Yalçın – İma Kılavuzu Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Murat Yalçın – İma Kılavuzu PDF indir Oku
— Uzakta, Lüllüz Kaya adı verilen yer var, oraya kadar yürüyeceğiz… — Bu yolda? — Başka yol yok! — “Lüllüz Kaya” mı dedin? — Lüllüz Kaya, öyle diyorlar… — Sen gittin mi hiç? — Bir kez… Kule gibi, epeyi yüksek… — Kaç saat sürer? — Çok mu merak ettin? — Ne bileyim… “Lüllüz Kaya” ha! — Lüllüz Kaya… Lül-lüz… Etrafı dinamitlenmiş kaya parçalarıyla dolu. Dibine varmak epeyi zor. — Uzaktan görünür mü? — Bu yoldan görünmez. Birden karşımıza çıkacak, ama daha çok var… — Ne zaman gitmiştin? — On-on bir yıl önce… — Ne demek “Lüllüz”? — Sahi, ne demek, ben de bilmiyorum; hiç düşünmedim. Yöre insanı öyle diyor. Bir anlamı olmayabilir de… — Görünce belki anlarız? — Gözümün önüne geliyor da, tepesi bi hayli sivriydi. Çatlaklar, derin yarıklarla doluydu her yanı. — Canlı var mı? — Kuşlardan başka… Anımsamıyorum. Leş kargaları görmüştüm, sesleri kayalıklarda fena yankılanıyordu. — Ürpertici! Gerçekten… Gidiyoruz ama! — Ciddi misin, görmek lazım. Ben şimdiden heyecanlanıyorum; hem yeniden göreceğim diye – hayal meyal canlanıyor gözümde– hem de senin adına… — Çok sıcak, keşke başımıza bir şey alsaydık. Güneş geçecek… Hiç ağaç yok! — Var, ama gölge vermezler. — Nasıl yani? — Bizi kurtarmaz. En fazla adam boyu meşeler, seyrek seyrek. — Olsun, dibinde otururuz.
— Sürekli yer değiştirmemiz gere — Yol mu diyorsun sen buna? — Sayılır… — Baksana, uzaktan bakınca incecik, belli belirsiz bir çizgi uzanıyor önümüzde. Ama, ‘yol’da yürümüyoruz adeta. — Komiksin ha! Yürüyoruz ya işte! Yürüdükçe ‘yol’ oluyor… — Yol yola benzemeyince konuştuğumuz da bir şeye benzemiyor. — Doğru. — Daha önce de böyle miydi buralar? — Hemen hemen… Mevsime göre değişir. Kışın yol iz kalmaz tabii. Yazın daha sık gidildiği için patika oluşuyor. — Aynı yol olmuyordur ama? — Pek değişmez yine de, Lüllüz Kaya’ya buradan gidiliyor sonuçta, aynı yoldayız. Ayak izleri, dal kırıkları, sigara izmaritleri, sakız, çikolata jelatinleri, buruşturulmuş sigara paketleri doğru yolda olduğumuzu gösteriyor. — Ne yapıyorlar orada? — Hiç. Gider gelirler. Böyle… — Kokuyu aldın mı? — Hmmm! Sıçmışlar galiba. — Çürümüş yumurta kokuyor. — Üfff! Hızlanalım. Sıcakta iyice ağırlaşmış… — Bu sıcakta… — Sen de sıkışsan bir köşeye çömeleceksin.
Bu kadar ıssız bir yerde nereye olsa edebilir insan, baksana… — Acıkmıştım oysa, şimdi midem bulandı. Su bulunmaz mı? Kerbelâ gibi… — Bir çeşme olması lazım yol üzerinde. Kurumamışsa… Kurnası yemyeşil, parmak kalınlığında yosunlu bir çeşme vardı: “Yeşil sakallı çeşme”. Suyu içiliyor muydu, anımsamıyorum şimdi. — Kafamızı ıslatırdık biraz… — Kurnaya sokarız! Ohhh! — Keşke yanımıza su alsaydık… — Evet… Evde eski bir matara olacaktı, kılıfı da vardı ama arasan bulunmaz. — Matara şart mı canım? Bir kap olsun da… — Plastik kapta kokar. — Kokusuna mokusuna bakılmaz bu havada! — Kibrit? — Sigara mı içeceksin? — … — Soluk soluğa sigara mı içilir? — Ne bileyim, öyle ağlak ki buralar… Birer sigara yaksak havası değişir mi? — …. — Gördün mü kuşu? — Hani, nerede? — Bak, şurda! Kayanın üzerinde. — Ha! — Durup izleyelim mi? — Niye? — Ne bileyim… Kaçmasın… — Çok enteresansın, kaçsa ne olur? Kuş işte… — Olsun. Oturup seyredelim. Dinleniriz hem. — O başka. İstersen şöyle oturalım. — Ohhh! Yorulmuşuz be… Oturunca anlıyor insan. — Ben alışkınımdır aslında ama bu kadarı fazla oldu.
Hamlamışım… — Yol da yol olsa bari! Yürümeye çalışıyoruz. — Buralar böyle. Yol bulmak zor. Uygun gördüğün yerden gideceksin, göz kararı. — İnsanda göz mü kalıyor? Güneşin altında uzağa bakılamıyor ki, baksana! Hem, bastığın yere dikkat edeceksin diye canın çıkıyor. Nasıl yaşıyorlar buralarda? — İşte, bütün yabancıların sorduğu soru bu: “Nasıl yaşıyorlar buralarda?” Yaşanıyor işte! İnsan, ölmedikten sonra yaşıyor bir türlü! — Bu Lüllüz Kaya’nın bir hikâyesi var mı, biliyor musun? — Olmaz mı, var tabii, hikâyeden sayılırsa… — Sözünü kesiyorum ama, böyle açığa oturmasak? — Nereye oturalım? Daha iyi bir yer görüyor musun? — Ne bileyim. Biraz gölge… — Bak ne diyeceğim. En kalitelisi biraz sen ayakta dur, ben gölgene oturayım, biraz ben durayım, sen gölgeme otur. Başka çare yok… — İyi fikir! — … Hikâye şu: Civar köylerdeki evler hep taş… Bu “Lüllüz Kaya” adı verilen yerden almışlar: kayalıkları dinamitleyip dinamitleyip parçalamışlar, balyozlarla kırıp taşımışlar. — Bu yoldan? — Herhalde. Bu yol veya başka yol, ne farkeder ki… Her yer aynı. — Eee, Lüllüz Kaya? — Lüllüz Kaya, kalan parça… — Onu niye parçalamamışlar? — Gerek kalmamıştır belki. Belki de kule gibi kalınca ortada, öylece kalsın istediler. Hoşlarına gitmiştir! — İlginç, eğer öyleyse? — Öyle. İnsan, ‘kendiliğinden yaşanan’ karşısında duraksıyor.
Onu abartıyor! — Sence bir şeye benziyor mu? Gidiyoruz ama… — Mesele o değil ki! — Nasıl yani? — Dedim ya, yamacı dönüyorsun ve birden karşına çıkıyor. Şaşırıyorsun. Tanıdık biri gibi, selam veresi geliyor insanın görür görmez. — Yaaa? — Seviniyorsun… — “Lüllüz Kaya’ya geldim” diye? — Evet! Heyecanlanıyorsun. Büyülü bir an. Kimi zaman gruplar halinde gelip otururlar etrafında. Şenlik olur… — Gidelim öyleyse. — Kalk bakalım… Bacaklarım uyuşmuş. — Benim de ama yürüyünce geçer…