PDF

Tuncay Özkan – Öldürün O Gazeteciyi PDF Oku indir

Tuncay Özkan – Öldürün O Gazeteciyi PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Tuncay Özkan – Öldürün O Gazeteciyi kitabını araştırdık. Ayrıca Tuncay Özkan tarafından kaleme alınan Tuncay Özkan – Öldürün O Gazeteciyi kitap özetinin yanı sıra, Tuncay Özkan – Öldürün O Gazeteciyi pdf oku, Tuncay Özkan – Öldürün O Gazeteciyi yandex, Tuncay Özkan – Öldürün O Gazeteciyi e-kitap pdf, Tuncay Özkan – Öldürün O Gazeteciyi PDF Drive, Tuncay Özkan – Öldürün O Gazeteciyi Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.

Tuncay Özkan – Öldürün O Gazeteciyi PDF indir Oku

Bu kitap, bir gazeteci olarak meslektaşlarımın, düşünsel üretimleri sebebiyle alçakça katledilişine duyduğum tepkinin ürünüdür. Türkiye’de gazetecilere karşı girişilen saldırılar, özünde demokrasiye yönelik sindirme, korkuyu düşüncenin üzerinde baskı unsuru olarak yerleştirme çabalarıdır. Buna demokrasiye inanan herkesin ve her kesimin karşı koyması gerekir. Kapılarımızı kapatıp kaçmak yerine, kapılarımızı açıp bu saldırılara karşı sesimizi ve gücümüzü birleştirmek zorundayız. Gazetecilerin katillerinin bulunması, sıradan bir polisiye olaymış gibi faili meçhul dosyalarda kalmamalıdır. Bu hadiselerin görülmektedirtılması için ne yaptığımızı hep birlikte sorgulamamız gerekmektedir. Bu sorgulamada basının topluma karşı en önde hesap vermesi gerektiğine inanıyorum. Abdi İpekçi’nin, Çetin Emeç’in, Uğur Mumcu’nun ve diğer gazetecilerin katillerinin bulunması için neyi ne kadar yapabildik? Korkarım bu sorunun yanıtı, basın için acı verici olacaktır. Bu kitapta bulunan belge ve bilgilerin tamamı devlet arşivinden ve mahkeme dosyalarından araştırılarak çıkartılmıştır. Çetin Emeç suikastiyle alakalı çalışmalarımızı önce Cumhuriyet gazetesinde, ardından da Arena programında özet olarak yayımlamıştık. Bu incelemelerimız basın kuruluşlarının 1993 yılı içinde verdiği Çetin Emeç ve Uğur Mumcu özel ödüllerine değer bulundu. ” Öldürün O Gazeteciyi” çalışmamız karanlıklara karşı kalemleriyle dövüşüp kalleş pusularda demokrasi için can veren bütün gazetecilere adanmıştır.

“ÖLÜMÜN ÜRPERTİSİ” 1980 yılını halen devirdiğimiz günlerdeydi. Sırtımda, bel kayışımla iç çamaşırımın tam buluştuğu noktada babadan kalma brownig taşıyordum. Kaçaktı belki, ama ben resmi “koruma” istemiyordum.

Ihkakı hak (haklılığını koruma) duygusunun bir kez daha tazelendiği günlerdi ve ben kendi olanaklarımla kendimi kurtarmaya bakıyordum. Aslını söylemek gerekirse aynı can pazarının kurbanı olarak ruhunu teslim edenleri hatırladıkça, belki gülünç gelecek bu dile getirdiklerim ama bir melun kuşku hepimizin yüreğini dağlıyordu. Beni sağcısı da solcusu da hedef biliyordu. Gece olur olmaz saatte gelen telefonlardan, posta kutuma altından atılan imzalı imzasız mektuplardan anlıyordum bunu. O günlerde bir geceydi. Hayli ilerlemiş bir saatte arabamla gazeteden dönüyordum. Evim 20-30 metre sonra denize açılan meyilli bir yolun solundaydı. Sokak kapımız da tam bir fenerin altında. İki taraflı kaldırımlar boyunca sağlı sollu sıralanmış otomobillerin içinden geçtim. Gözlerimle park edecek yer bakındım. Bizim evin önünde bir araba girecek boşluk vardı. Geldim geri geri o araya süzülmeye hazırlandım. Tam o sırada aynı doğrultuda bir yeşil Murat dikkatimi çekti. Loş bir Sokaktı bizimki. Evlerin içinden gelir, ufak bir meydanda son bulurdu.

Daha ötede iskelesi vardı, ama vapuru yoktu. Gelip geçeni de olmaz, gecenin bu ilerlemiş saatinde otomobilli aşıklara sığınak vazifesi görürdü. Ama, yeşil Murat’ın dört tekerlekli bir aşna fişne aracı olmasına olanak yoktu. Bütün arabalar burunlarını aşağı, denize doğru çevirmişken, bu gelmiş aşağıdan yukarı tam da en aydınlık noktada durmuştu. Kendisini gizleme gereği duymamış olacak ki, kısa farlarını yanık bırakmıştı. Ama güneşlikleri indirilmişti. Sanki ön tarafta iki kişi belli olmasınmış gibi. İşin daha da garibi, bunca kamuflaja rağmen, şoför koltuğundaki o iki birinin bir kadın bir erkek değil, iki erkek olmasıydı. İlişkinin en çirkiniydi desem değil. İki karaltı da, aralarında uçurum varmış gibi, sağdan ve soldan iki ön kapıya yaslanmıştı. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu artık. Geri vitesi taktım. Gaza hafiften dokundum. Usulca geri geri hareket ettim. Tam iki otomobil içindeki cebe gireceğim.

Yeşil Murat’ın uzunları üzerimde yandı, söndü. Gözlerim kamaştı. Araba çalıştı, ağır ağır hareket etti. Kaderci bir teslimiyetle “tamam, sonum geldi” dediğimi biliyorum. Tabancamı da almamıştım. Yeşil Murat yürür gibi usul usul yaklaştı. Ben artık kıskıvraktım, iki otomobilin arasına girmiş, kaçma kendimi koruma olanağından da yoksun. O an beynimde bir ışık yandı söndü. Tek yapabileceğim, ardımdan cellatlarımla alakalı bir not bırakmak olabilirdi. Cebimden bir këğıt çıkardım, üç beş metre kadar ulaşan otomobilin numarasını yazdım ve ayaklarımın dibine bıraktım. Üzerime gelen çalıntı bir araba olsa, adeta işime yararmış gibi. Murattakiler sokuldular. Kullananın yanında oturan bıyıklıyla göz göze geldik. Her an bir taraka bekliyordum. Hayret! Olmadı ve geldikleri gibi gittiler.

Hep usul usul. Otomobil değil de kağnı sürermiş gibi. Ölüme gözü kapalı meydan okuyacak kadar delifişek değilim. Ama ödlek de değil. Lakin o gece “gittim. gidiyorum.” duygusunu olanca derinliği ile yaşadım. Biz gazeteciler böylesine topun ağzındayız işte. ÇETİN KAPİTAL ( 21 Mayıs 1988/Hürriyet) ” Topun ağzındaki ” adam, “Gazeteci Çetin Emeç”. Türk basınının gazete ve dergicilikte yeni çığırlar açan iki mühim adından biri. Abdi İpekçi ekolünün sağlamcılığına; gündem belirleme ve sansasyon boyutunu katarak gazetecilikte daha çok kitleye ulaşmanın kapısını aralayan kişi. Ölümünden önce yaşadığı bir korku anını işte böyle anlatıyordu. Sanki seneler sonra başına geleceklerden haberdar gibi… ÖLÜMÜ HABER VEREN TELEFON Çetin Emeç’in Suadiye, Suyanı Sokaktaki evinin telefonu 3 Mart 1990 günü sabah saat 09.00 sularında acı acı çaldı. Telefona çıkan eşi Bilge Emeç, telaşlı ve acele acele konuşarak Çetin Emeç’i soran, ” Çok mühim hayati bir mesele, ulaşmam lazım ” diyen kadına, “Çetin Bey evde yok” yanıtını verdi.

Kadın tüm ısrarlarına karşın, aynı yanıtı aldı. “Hayati” bir hususta konuşmak istiyordu. Lakin Çetin Emeç, evde yoktu… Aynı kadın birer gün arayla iki kez daha aradı Emeç’in evini. Her arayışında devreye giren telesekretere aynı içerikte notlar ve bir telefon numarası bıraktı : ” Hayati bir konu acele arayın: 166 38 89.” Çetin Emeç meşguldü. O kadar meşguldu ki; gün boyunca yemek yemeğe bile vakit bulamıyordu. Üstelik ona telefon edenlerin yarısının, mutlak “hayati” bir sorunu olurdu. Bu telefon konuşması da, öylesine bir algılanmayla üzerinde pek durulmadan öncekilere karıştı ve zaman akıp geçti. ÖLÜM Tarihler 7 MART 1990’ı gösterdiğinde Çetin Emeç her zaman olduğu gibi Suadiye Suyanı Sokak l6 numaralı evinin önündeki aracına doğru, saat 09.20′ de yürümeye başladı. Poförü Sinan Ercan kapıyı açtı. Çetin Emeç oturdu. Ercan, şoför mahalline yöneldi. İşte tam bu sırada Çetin Emeç, 1980 sonrası bir gece evine dönerken duymayı beklediği tarakaları duydu. Ne olup bittiğini bile anlayamamıştı.

Başlarında kar maskesi bulunan adamlar ateş ediyorlardı. Emeç yedi, şoförü Sinan Ercan üç kurşunla yaşama gözlerini yumdu. Arkadaşları içinde ” Çeto” olarak adlandırılan Çetin Emeç, dünyaya son kez bakmıştı kanla boyanan aracının penceresinden, kulaklarında taraka sesleriyle… Saatler 10.00 olduğunda artık bütün Türkiye olayı öğrenmişti: “Hürriyet gazetesinin yazarı, eski Genel Yayın Yönetmeni, Yönetim Kurulu Üyesi Çetin Emeç uğradığı suikast sonucu öldürülmüştür.” O zamanda çalıştığım gazetede sabah toplantısı sırasında, Çetin Emeç’in öldürüldüğünü Cüneyt Arcayürek’ten öğrendik. Yakından tanıdığı Emeç’in ölümü, onu çok üzmüştü. “Ne olacak bu işlerin sonu bilemiyorum”, diyordu. O andan bu yana, Emeç suikastini ve arkasındaki güçleri araştırmaya başlamıştım. Daha sonra sıra sıra toplamaya başladığım belgeler ortaya bu kitabın içindeki bilgileri çıkardı. Türkiye’yi ayağa kaldıracak bu olay ardından soruşturmalar,öteki gazetecilerin öldürülüşünde olduğu gibi derhal başlatıldı. Polisin en uzman bireylerinin içinde olduğu ekipler kuruldu, herkes katil yahut katillerin peşindeydi. Emeç’e olaydan önce telefon ederek “hayati bir hususta” konuşmak isteyen kadın, olayın kilidi gibi gözüküyordu. Zaman tersine akmaya başlamıştı. Telefondaki kelimeleri önemsenmeyen, dikkate alınmayan, fakat bir anda en mühim kişi olan kadının adı Fatma Doğankayalı idi. Olaydan önce Emeç’i aramasının nedeni öldürüleceğini bildirmekti.

Lakin ulaşamamıştı Emeç’e. Polisler, olaydan üç ay sonra, uzun süre izlemeye aldıkları, Fatma Doğankayalı’yı, gözaltına aldılar. Ölüm olayının ardından ” korktuğu” için ortaya çıkamadığını söyleyen Fatma Doğankayalı, haziran ayındaki bu ilk ele geçirilişinde, Emeç’i arama nedeni olarak bir köşe yazısını gösteriyordu. Nedendir bilinmez, Emeç’in katillerini bulmak hususunda sürekli olarak hamasi laflar eden polis, bu ilk ifadeden sonra Doğankayalı’nın üzerine uzunca bir zaman gitmedi. Bunda o dönemin emniyet müdürü Mehmet Ağar’ın ” Bu işi bunlar yapamaz” düşüncesinin etkili olduğunu ileri sürenler kadar, Ağar’ın bu bireyleri takip ettirdiğini söyleyenler de mevcut. Lakin ardından vazifeye gelen Vali Hayri Kozakçıoğlu ile Emniyet Müdürü Necdet Menzir, bu ipucunun üzerine dikkatlice gidilmesini istediler. Doğankayalı ikinci kez gözaltına alınarak getirildiği İstanbul Emniyetinde yeniden sorguya alındı. 20 Aralık 1992′ de, polise verdiği ilk ifadesinde hiç söylemediği konulara değiniyordu. Emeç’in, ölüm emrinin nasıl, kim tarafından, nerede verildiğini, bunu kendisinin nasıl öğrendiğini ve tanıklık ettiği hadiseleri enteresan açıklamalarla peşpeşe anlatıyordu. Bu ifadenin hangi koşullar altında alındığı ise konuyu araştıran bir gazeteci olarak bi hayli ilgimi çekiyordu. Doğankayalı ifadesini işkence altında vermiş olamaz mıydı? Bu sorunun yanıtı, ifadenin işkence altında alınmadığı şeklindeydi. Doğankayalı ifadelerinde, yüzleştirmede ve ardından gittiği DGM de kendisine işkence yapıldığını hiç söylememiş, aksine olayla alakalı polis ifadelerinin doğruluğunu dile getirmişti. Daha sonra kendisiyle görüşmelerde de hep polis ifadesine atıfta bulunarak, ” Ben her şeyi polis ifademde dile getirdim” veya ” Her şeyi polise dile getirdim de ne oldu? ” diyordu. Doğankayalı’nın dile getirdikleri kanlı ve karmaşık bir ilişkiler ağının ilk ipucuydu. Olayla alakalı ilk ciddi iddialardı.

Lakin nedense bu ifade tozlu raflarda unutuldu, unutturuldu gitti. Polisin, adaletin unutuğu bu ifadeyi tozlandığı raflarda bulmam olaydan tam üç yıl sonra gerçekleşti. İfadenin üzerindeki tozları şöyle bir temizleyince de kıyamet koptu. Doğankayalı’nın dile getirdiklerini kamuoyu hiç bilmiyordu. O, Emeç’i ölümünden önce arayan kişiydi. Ne söylemek istediği, neler bildiği hususunda merak vardı, fakat bilgi ve belge yoktu. İlk bulguları elde ettiğimizde şaşırmadan, heyecanlanmadan edemedik. İddiaları müthişti. Doğankayalı’nın dile getirdiklerinin tozlu raflarda kalmasını, gazetecinin eline geçmesinden daha iyi görenler, akla gelen her türlü engellemeyi çıkarmadan edemediler. Lakin ifadeye ulaşıldığında, bunca zahmete değdiği şüphesizdu. Gelin Doğankayalı’nın bu enteresan ifadesini şimdi satırı satırına birlikte gözlemleyelim. Sizleri götüreceğimiz yer İstanbul.

Tuncay Özkan – Öldürün O Gazeteciyi PDF indir Tıklayın

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu