Nasıl Öldürüldüler? – Ahmet Efe PDF Oku indir
Nasıl Öldürüldüler? – Ahmet Efe PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Nasıl Öldürüldüler? – Ahmet Efe kitabını araştırdık. Ayrıca Ahmet Efe tarafından kaleme alınan Nasıl Öldürüldüler? – Ahmet Efe kitap özetinin yanı sıra, Nasıl Öldürüldüler? – Ahmet Efe pdf oku, Nasıl Öldürüldüler? – Ahmet Efe yandex, Nasıl Öldürüldüler? – Ahmet Efe e-kitap pdf, Nasıl Öldürüldüler? – Ahmet Efe PDF Drive, Nasıl Öldürüldüler? – Ahmet Efe Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Nasıl Öldürüldüler? – Ahmet Efe PDF indir Oku
Tarih, bir ibret vesikası olarak ö n ü m ü z d e duruyor. Orada, insanoğlunun ilk gününden şimdiye kadar yaşananları buluyor, çoğu zaman t a m bir dehşet içinde hadiseleri seyrediyoruz. Kenarına oturduğumuz bu deniz öylesine çalkantılı ve karanlık ki, farklı zamanlarda bulutları yırtan şimşek parıltıları olmasa, ne o n u n bir kan seli halinde kabarmış olduğunu görebilir, ne arada bir durgunlaşıp sütliman halini aldığini görebiliriz. Uçsuz bucaksız bu okyanus üzerinde kadırgalar dolaşıyor. İçlerine binmiş olanlar fırtınalar sebebiyle birbirlerinin boğazlarına sarılmış, ü s t t e kalma m ü c a d e l e s i veriyorlar. Kapkara dalgalar içine düşenler, biraz daha yaşayabilmek için daha zayıf olanların boğulmasına aldırış etmeden onların üstüne abanıyorlar. Tutunacak bir ağaç parçası bulanlar, güçsüzseler, hemen parmaklarına inen darbelerle o ağaç parçasını bırakmak ve ölümün kucağına atılmak zorunda kalıyor. İnsanoğlu en vahşi yaratıklardan daha acımasız davranarak hemcinslerini öldürmekten çekinmiyor. Kimileri de içinde bulundukları kadırganın kaptanı olmak için akıl almaz entrikalar tezgahlıyor. Her şey sabun köpüğü gibi ayakları kaydırmakta; insanlar balık istifi, birbirlerinin üstüne yıkılmakta… Tarihin her zamanında dehşet verici bir panik yaşıyor insanlar. Girdikleri tünelin ucu görünmüyor. Işıksız, boğuluyorlar. Kabil, kirli tırnaklarıyla yerden söküp çıkardığı kaya parçasını kardeşinin m a s u m başına b ü t ü n hıncıyla indirirken; bir gün başka bir kaya parçasının kendi başını paramparça edeceğini hayaline bile g e t i r m e m i ş t i . İlk kan, H a b i l ‘ i n başı y a n ı n d a pıhtılaşmış ufak bir göl oluşturduğunda, İblis’in korkunç sevinç çığlıklanyla âlemi hüzne boğduğunu anladık. Sezgimize göre bundan sonra daha çok kan akacak; dereler ve deryalar, çöller ve dağlar, ormanlar ve vadiler bu sıcak ve kırmızı sıvıya duyacaklardır.
Ve daha ilginci haksız yere akıtılmış her kanın vebalinden bir hisse, o ilk kanı döken ve bu işte önderlik yapan Kabil’in hissesi olarak bir kenara konulacak. Nasıl Öldürüldüler? Bu akıl almaz vebale Kabil niçin düştü? Tarih bize kibir, hırs ve bunların neticesinde doğan kıskançlık sözcüklerini fısıldıyor. Sebep bu! Kirlenmiş insan da tıpkı ilk isyancı İblis gibi daima “Ben!” diyor ve ruhunu alçaltan bu kelimeyi başının altın tacı olarak taşıyor. ” B e n ” d e m e k y e r y ü z ü n ü kaplayan b ü t ü n kötülüklerin sebebidir. “Ben daha balakalıyim, daha zenginim, daha güzelim, daha kabiliyetliyim, daha kuvvetliyüm, daha hayırlıyım… Öyleyse taç b e n i m başımda duracak. Tahta ben çıkacağım!” İblis, bu sözü, kendi yaratıcısına bile söylemekten çekinmemişti: “Sen Âdem’i topraktan beni ateşten yarattın. Ateş topraktan hayırlıdır!” Şüphesiz ki körlük içinde ve bencilce söylenmiş bir sözdü bu. Kibrin ve kıskançlığın işaretiydi. İblis, ateşin topraktan daha hayırlı olduğunu yalnızca bir zanna kapılıp söylemişti. Hakikate dayanmıyordu. Zannın çoğunun suç ve günah olduğunu farket-memişti. Aldandığını anladığında ise suçunu itaraf edeceğine, inkârını sürdürme talihsizliğini gösterdi ve lanetlendi. Zannı büyüdü ve çizdiği yolda birden fazla dost bulacağını düşündü. “Eğer bana izin verirsen k e n d i m e  d e m ‘ i n o ğ u l l a r ı n d a n birden fazla d o s t b u l a c a ğ ı m ı z a n n e d i y o r u m ” d e d i . ” O n l a r ı n damarlarına girer, piyade ve süvarilerimle çevirir ve onları ateşe doğru sürürüm!” Bu da geminin kaptanı olma isteğinden başka bir şey değildi tabi ki.
Yine baş olma isteğiydi. Kibir, kıskançlık, hırs ve zan tek vücut olmuş, birleşip kaynaşmış ve İblis’in mayası haline gelmişti. Bu mayadan bir parçası Kabil’e sürüldüğünde o, masumca uyumakta olan kardeşinin başını bir kaya ile parçalayıp öldürmekten çekinmedi. İblis, mayasından Âdem’in bütün oğullarına bir parça sürmek istiyordu ama Allah’ın salih kullarına yanaşmaya güç yetiremedi. Değirmen taşı gibi b ü y ü m ü ş gözleriyle gördü ki bu salih kullar hiç “Ben” demiyorlar, bilakis büyük bir olgunluk ve vakarla “Abd” yani, “Kul” olduklarını dile getiriyorlardı. Sultan olarak Allah’ı seçmiş ve kendilerini “Kul” olarak tarif etmişlerdi. Onlar bu teslimiyetle asıl özgürlüğe kavuşunca İblis’in faaliyet sahası sınırlandı. Lakin yola çıkmıştı bir kez, asla geri dönemezdi. Kıyamete daha çok vardı ve daha iğfal edilecek sayısız âdemoğlu bulacaktı. Buldu da. Kabil’in çocukları doğup yeryüzünü doldurdular. Bir çok kabileler ve milletler yaşandı. Devletler, hanedanlar kuruldu. Şehirler ve mezarlar çoğaldı. Denizler ve karalar kanla doldu.
Taşlar, mızraklar, oklar, mancınıklar, toplar, tüfekler ve atom bombaları atıldı. Kimyasal silahlar devreye girdi ve sayısız insan kömürleşmiş cesetler halinde yere yıkıldı. ” B e n ” diyenlerin i m p a r a t o r l u k l a r ı n d a zindanlar d o l u p taştı. Bu zindanlarda sırtlanları dahi tiksindiren işkence ve ölümler yaşandı. Çoğunlukla bu “Ben” diyenler birbirine düşüp, birbirini boğazladı. Kim ne yapmışsa bir benzeriyle karşı karşıya geldi ama hiç kimse bundan bir sonuç çıkartmaya çalışmadı. Önceleri taşla ezilen başlar sonra kılıçlarla kesilmeye başlandı. Soylular, “kanımız yere dökülmesin” diye boyunlarını yay kirişlerine uzatıp boğuldular. Saltanatlarının ayakları altından kaydığını gördükleri zaman bile “Ben”, “Benim kanım!” diyorlardı. N e m r u t , N a n n a r tapınağının en yüksek dinî önderi olduğunu iddia edip N a n n a r ‘ a tapındığını söylemişti ama aslında kendisinin Nannar olduğunu söylemek istemişti. “Bana tapınacaksınız!” demek istediğini herkes anladı. Günlerden bir gün b ü t ü n putları baltasıyla paramparça eden genç bir adam çıktı karşısına. Para, şehvet, şöhret, kibir ve azgınlık putlarının teker teker yere devrildiğini görünce, N e m r u t , korkunç bir gürültüyle kendisinin yere devrilmekte olduğunu hissedip ürktü. Hemen ateşe N a s , ı müraca t edip , putlar ı yıkan genç adamı , İbrahim’i , öldürüldüler? ateşle yok etmek istedi. Aptalca zanlar içindeydi o.
14 Ateş hep yakar zannediyor, ateşi de yaratan ve kendisinden başka bir yaratıcı olmayan Allah’ı tanımıyordu. Ateş İbrahim’i yakmayınca tek olan ilahı bulacağı yerde, “Bu, içine şeytan girmiş olan İ b r a h i m ‘ i n s i h r i d i r ! ” diye d ü ş ü n d ü . ” B e n ” d e n burnuna girmiş bir sivrisinek bile kurtaramadı onu. “Ben böyle kıvranacak adam değildim, tokmağı daha bi hayli hızlı vurun başıma. Zira bu sivrisinek beynimi zonklatıyor!” deyip öldü. Firavun’u tanıyorsunuz. O da “Ben sizin en büyük Rabbınız değil miyim?” diye sorup duruyordu teb’ası altındaki insanlara. Kendi sarayında büyüyüp yetişmiş olan Musa’ya müstehzi nazarlarla bakıp; “Sen bizim yetiştirdiğimiz çocuk değil m i s i n ? ” demişti. Hâmân bir kule yapacak, Firavun Musa’nın ilâhını öldürecekti! Bu zanla okunu göklere doğru fırlattı. Son gününde Kızıldeniz ortasında açılmış kupkuru yolu görünce, içeri girmemelerini söyleyen a d a m l a r ı n a “Bu yoldan y ü r ü y ü p geçmeye ben Musa’dan daha lâyık değil miyim?” diye haykırıp cehennemine doğru daldı. Güneş binlerce kez doğup battı, ay binlerce kez doğup battı ve ırmaklardan sayısız sular akıp durdu. Şehirler ve mezarlar kuruldu. Binalar ve saraylar yıkıldı. Kundağındaki bebekler öldürüldü. İnsan fakat acıktığında avlanmaya çıkan vahşi hayvanları utandırırcasına karnı tokken bile cana kıymaktan usanmadı.
H a t t a b u n d a n sadistçe bir zevk aldı. R o m a ‘ n ı n N e r o n ‘ u vücutlarına reçine s ü r ü l m ü ş yüzlerce mahkumun, geçeceği yol kenarında, göz alıcı mumlar gibi yakılmasını emredip; bu dehşetengiz güzergahtan geçerken, kulağına gelen çığlıkları keyifli bir müzik dinler gibi, gözleri yarı kapalı vaziyette ve kendinden geçmişcesine dinledi. Bütün şehir, dağlar misli büyümüş alevler ortasında cayır cayır yanarken sarayının balkonunda org çalıp keyifle seyretti. Yahudi Heredos, Hazreti Yahya’nın genç başını gümüş bir tepsi içinde; kıpkırmızı bir yakut gibi, fahişe sevgilisine sunarken zevkin doruğundaydı. İnkarcı zalimler kocaman bir ağacı, ellerindeki testereyle ikiye biçiyor; içine saklanmış olan yaşlı Zekeriyya’yı ikiye biçtiklerini bildiklerinden korkunç bir keyifle kahkahalar savuruyorlardı. Çok kan akıtıldı yeryüzünde. “Ben” demeyenler acımasızca katledildiler. “Ben” diyenler de, tahtları devrildiğinde, amanları asla dinlenmeden boğazlandılar. Müşrik Arapların bir kız çocukları dünyaya geldiğunda suratlarının kapkara kesildiğini ve bu masumları yürüyecek çağa geldiklerinde, bayramlık elbiselerini giydirerek uzakta deşilmiş bir çukura diri diri gömdüklerini bilinmekte. Onlar, yavrularının çığlıklarını d u y m a m a k için parmaklarıyla kulaklarını tıkıyorlardı. Romalılar, İsa yanlılarını arenalarda aç ve vahşi hayvanlara parçalatma işini tam bir şölen haline getirmişlerdi. Çırılçıplak soyulan bu m a s u m l a r arslan, pars, domuz ve kaplanların acımasız dişlerinden kaçacak hiç bir yer bulamıyorlardı. Sonra suratları kararmış papazlar engizisyon mahkemeleri kurdular ve afaroz ettikleri kimseler için odun yığınları hazırlayıp onları diri diri yaktılar. Elleri bir direğe sımsıkı bağlanan bu zavallıların vücutları saatlerce yanıyor, akan yağlar ateşi güçlendirdikçe papazlar, suçlunun ruhunu şeytandan temizlediklerini d ü ş ü n ü p büyük sevinç duyuyorlardı. İşkence aletleri o kadar çoğalmış ve çeşitlenmişti ki, bu artık bir sanat olarak görünüyordu.
Nitekim bağlı olduğu Tirana yaranmak için insan aklının 4§/ tasarlamış olduğu en korkunç işkence cihazlarınden Nasıl birini icad etmiş olan Perilaus isimli bir adam, pirinç öldürüldüler? boğasını büyük bir gururla tirana tanıttı. Metalden 16 yapılmış bu alet, gerçekten bir boğanın ölçüleri ve şekilindeydi. İçinde boş bir bölüm ve arkasında giriş için kapak şeklinde bir kapı vardı. Mucid Perilaus’un anlattığına göre suçlu kimse boğanın içine kapatılıyor ve altından bir ateş yakılıyordu. Kapatılan mahkum, öyle büyük acılar çekecekti ki, ıstırap ve dehşet ile kopardığı çığlık ve feryatlar boğanın burun deliklerine çok zekîce yerleştirilmiş fülütler aracılığıyla ahenkli bir böğürtüye dönü şecekti.