Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü PDF Oku indir
Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü kitabını araştırdık. Ayrıca Lord Kinross tarafından kaleme alınan Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü kitap özetinin yanı sıra, Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü pdf oku, Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü yandex, Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü e-kitap pdf, Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü PDF Drive, Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü PDF indir Oku
Göçer dalgaları yüzseneler boyunca yüksek Avrasya bozkırlarından batıya, Çin sınırlarından başlayarak Türkistan üzerinden daha ötelere doğru aralıksız aktı durdu. Kırsal kesimlerde çadırlarda yaşayan, hayvancılıkla uğraşan, besin ve giyim kaynağı olan sürülerini birliktelerinde taşıyan bu insanlar dönem dönem mevsimlik meralara doğru yer değiştiriyorlar; daha verimli bölgeler bulmak yahut kendilerini izleyen akraba göçerlerin baskısından kaçmak için sürekli olarak ilerliyorlar; arada bir sürülerinden elde ettikleri ürünleri kentlilerle çiftçilerin ürünleriyle takas ediyorlar; daha seyrek olarak kendileri de sulak bir vahaya yerleşip çiftçilik yaşamını benimsiyorlardı. Kırsal yaşamlarına devam etmek için doğaya karşı aralıksız bir savaş sürdürmek zorunda olan düzensiz akraba kabilelerinden bir araya gelen bu bozkır göçebeleri kendi özel enerjilerini, hünerlerini, geleneklerini ve âdetlerini geliştirdiler. Sonradan Türk adıyla anılacak olan kuvvetli bir halk da aralarında yaygın biçimde yer alıyordu. Çinlilerle diğer komşuları için onlar Tu-Kueh’ler veya Dürkö’lerdi. Bu savaşçı ırk, adını (söylendiğine göre) bölgelerindeki miğfer şekilinde bir tepeden almıştı. Erken zamanlarda Hunlarla özdeşleştirilen Türkler, Moğollarla ve sonradan Finler, Macarlar olarak bilinecek halklarla akrabaydılar. MS altıncı yüzyılda kendilerine benzer bir ulusu fethederek sonradan Moğolistan olarak bilinecek bir ülkeye egemen oldular. Buradan bu yana bozkırın kuzeyine, güneyine ve batısına doğru uzanan geniş bir alana yayılarak şuana dek bilinenlerin en büyüğü olan bir göçebe imparatorluğu kurdular. Yayıldıkça bütünlüklerini yitirmekle birlikte, belirgin bir ırk ve dil özelliğini korudular. Ortak kimlik duyguları o kadar kuvvetliydi ki Şamanist inançları ikaznca toprağa, havaya, ateşe ve suya taparken bu doğa öğelerinden Türk olarak söz ediyorlardı. Çok geçmeden gelişerek basit kırsal barbarlığı geride bırakan bu Türkler, kendi ataerkil klan toplumlarının sınırları içinde sıradan aşiret reislerinden daha fazlası olan hükümdarlarla ve egemenlikleri altındaki vassal kabilelerle kendilerine ait bir uygarlık kurdular. Oğuz adıyla bilinen boylar tanınmış bir bozkurt rehberliğinde ve batıya doğru yol alarak sekizinci yüzyıl başlarında Maveraünnehir’deki Semerkant’a ulaştılar. Bu boya ait Selçuk Kabilesi Orta Asya’nın batısına egemen oldu. Yayılmacı bir politika izleyen yeni bir ırk olan, İslam Halifeliği’nin Arapları da, aynı tarihlerde Arabistan’dan kuzeye ve batıya doğru yayılarak Pers İmparatorluğu’nu fethetmişlerdi.
Türk kuvvetleri önlerinde dağıldılar, ama iki ulus içindeki ticaret ve kültür ilişkileri sürdü. Kervan yolları boyunca temel tarım ve hayvancılık ürünlerinin ticaretini yaparak bundan iki yanlı olarak yararlandılar. Dahası, Türkler, dokuzuncu yüzyıldan bu yana putperestlik inançlarına sırt çevirmeye ve İslamiyeti benimsemeye başladılar. Araplar, Türklerin savaşçı ayrıntı kısmını kısa bir sürede fark etti. Göçebe yaşam şekili Türklerde direnç, özdisiplin ve öngörü gibi ahlaksal değerlerden başka, savaşçı ruhu, çalışma, binicilik hüneri ve at üzerindeki nişancılık alanında müthiş bir beceri gibi özellikler geliştirmişti. Abbasi halifelerinin orduları böylece Türkleri de saflarına katmaya başladı. Müslümanlığı benimseyen bu insanlar her ne kadar üstün dereceli kölelik statüsünde iseler de, terfi yoluyla yükselme olanağına sahiptiler. Sonuç olarak dokuzuncu yüzyıl sonlarında Arap-İslam İmparatorluğu’ndaki çoğu askeri komuta ve bir çok idari konum Müslüman Türklerin elindeydi. On birinci yüzyılda imparatorluğun yıldızı sönmeye başlarken Selçuk hanedanı kendine ait bir imparatorlukla boşluğu doldurdu. Abbasi halifelerinin geleneklerine dayanan ve diğer Türk-İslam beyliklerini özümseyen bu İslam devleti, ok ve yayı hükümranlığının simgesi olarak kabullenerek İran’ı, Mezopotamya’yı ve Suriye’yi hâkimiyeti altına aldı. Bozkırların göçer halkı böylece yerleşik bir düzene geçmiş oldu. Selçuklu Türkleri, Hunlar, Moğollar ve kısa ömürlü Avarlar gibi tarihteki diğer göçer halklardan farklı olarak yerleşik yaşamın poblemleriyla başa çıkarak kalıcı ve üretici olmayı başardılar. Kendi gelenekleriyle göreneklerini yerleşik bir uygarlığın amaçlarına uydurdukları gibi, yapıcı bir devlet yönetimine sahip imparatorluk kurucuları olarak yaşandılar ve İslam dünyası yeni bir toplumsal, ekonomik, dinsel ve entelektüel gelişim sürecine girerken tarihe olumlu bir katkıda bulundular. Bozkırların bu savaşçı ve çoban kökenli göçebeleri kentli-yönetici, tacir, yapımcı, arazi sahibi, çiftçi, yol, kervansaray, cami, okul ve hastane yapımcıları oldular. Perslerle Arapların onlardan önce yaptıkları gibi bilimi, felsefeyi, edebiyatı, güzel sanatları geliştirdiler ve teşvik ettiler.
Bunun yanında, göçer olarak yaylalarda dolaşan kalabalık ve aşağı yukarı özerk bazı Türk toplulukları Selçuklu Devleti’nin yerleşik ve merkezileşmiş yaşamının dışında kalmıştı. Şamanizmden vazgeçmemiş diğer çoban topluluklarıyla birleşmiş haldeki savaşçı gruplar, ilk etapta Selçuklu savaş kuvvetlerinin dayanağı olmuşlardı. Oysa şimdi yerleşiklerin eycihazlarıne baskınlar yapıyor ve kural tanımaz, çapulcu karakterleriyle merkezi hükümeti uğraştırıyorlardı. Devletten ayrı, kendilerine ait bir kültür ve zıt görüş sahibi bir toplum oluşturarak kolektif biçimde Türkmen adını aldılar. Bu ismin yalnızca Türkmenlerin Müslüman üyeleri için kullanıldığını söylemekte yarar var. Daha önceki bir halk hareketinin ürünleri olan “dinin kutsal savaşçıları” Gaziler bunların içinde başı çekiyordu. Gönüllüler, çok kere serseriler, kaçaklar, hoşnutsuzlar ve karınlarını doyurmanın peşindeki işsizler gibi karışık bir kalabalığın içinden toplanan bu bireylere verilen görev “kâfirlere” karşı savaşmaktı, asıl amaçları ise yağmaydı. Geleneksel olarak yaya savaşçılar olarak savaşırlar, İslamın sınırlarının ötelerine akınlar yaparlardı. On birinci yüzyılda batıda, Küçük Asya’da Selçuklu ve Bizans imparatorlukları içindeki oynak sınırlarda faaliyet gösteriyorlardı. Buralarda Akritai namındaki Yunan sınır savaşçıları ve akıncılarıyla karşı karşıya geldilar. Bunların savaş gelenekleri ve herhangi bir merkezi otoriteden yalıtılmışlıkları o dereceydi ki çoğu kez herkese hemen hemen askerlik dostları gibi gözüküyorlardı. Diğer Türkmen öğelerinin eğilimi de Bizans savunmalarının zayıfladığı bir zamanda sınırlarını yeni sömürü alanları peşinde genişletmek ve sınır ötesindeki akınlarda Gazilere katılmaktı. Tarafsızlığıyla Suriye yönünü güven altında tutan Bizans İmparatorluğu’yla savaşmak, güneyde bir İslam İmparatorluğu’nun fethine kararlı Selçuklu sultanlarının politikasının parçası değildi. Savaşçı Gazilerle çapulcu Türkmen kuvvetlerinin ortak gücü sebebiyle bir emrivaki olarak bu harekete katıldılar. Selçuklu Hükümeti bu duruma saygı göstermek ve eğer olabilecekse bundan çıkar sağlamak durumundaydı.
Selçuklu Sultanı Tuğrul böylece kutsal savaşçıları, Bizans’ın asi bir eyaleti olan Hıristiyan Ermenistan Devleti’ne karşı peş peşe savaştırmakla Müslüman eycihazlarıni yağmalamaktan alıkoydu. Bu savaşçıların savaştaki başarılarını, kapsamı ve cüretkârlığı git gide artan akınları izledi. Böylelikle, doğudan Orta Anadolu’ya, hatta Ege kıyılarına kadar sızabildiler. Bizans İmparatoru IV. Romanus Diogenes giderek zayıf düşen ülkesine yapılan bu akınlara misillemede bulunma mecburiyetini hissetti. Ermenistan üzerinde tekrar hâkimiyetini kurmak maksadıyla büyük ölçüde yabancı paralı askerlerden bir araya gelen karışık bir orduyla Türklerin üzerine yürüdü. 1071’deki Malazgirt (Manzikert) tarihi sınır savaşı imparatorun yenilgisi ve Selçuklu Sultanı Alpaslan’a (Yiğit Aslan) esir düşmesiyle neticelendi. Yunanlılar tarafından “korkunç gün” diye sonsuza dek hatırlanacak bu savaş, iki imparatorlukla iki dinin tarihi karşılaşmasıydı ve Türklere temelli olarak Küçük Asya’nın yolunu açacaktı. Malazgirt Savaşı gelecekte daha ilerilerinin fethinin çok ciddi işaretlerini taşıyordu. Lakin şuan için fethedilen toprakların durumunda ani bir değişiklik içermiyordu. Çünkü Selçuklu Devleti’nin muvazzaf kuvvetlerinden fazla savaşçı milisler tarafından kazanılmış bir zaferdi. İvedi sonucu Gazilerin karışık sınır bölgesi medeniyetinin Küçük Asya’nın doğusundan Küçük Asya’nın ortasına uzamasıydı. Türkmen göçerler şimdi onların arkasında sınır engeliyle karşılaşmadan yeni ülkelere yayılmayı sürdürüyorlardı. Onlarınkisi, fethedenle edilenin ortak ve Türkleri tamamen yabancı olarak görmeyen Anadolulularla Ermeniler tarafından da paylaşılan bir yaşam şekili ve kültürdü. Paul Wittek bu hususta şöyle yazar: “Sadece Bizans cilası kaybolmuş, yerini İslamiyet almıştı.
Yerel alt tabaka ayakta kalmıştı.” Bunun yanı sıra gözünü hâlâ İslam dünyasına dikmiş olan Selçuklu Devleti, Bizans’ın bir bölümünün fethini zorlamakta acele etmiyordu. Yöneticileri tutsak imparatoru salıverdikten sonra fethedilen bölgeleri Süleyman adında bir Selçuklu beyinin işgalinde bırakmakla yetindiler. Bunun yanı sıra, on birinci yüzyılın sonlarına doğru Birinci Haçlı Seferi Küçük Asya’yı hedef alarak İslam ve Hıristiyan dünyaları içinde akışkan bir sınır yarattı. Selçuklular fakat on ikinci yüzyılın ortalarında eski İslam dünyasına sırt çevirerek Küçük Asya’da kendi sultanlar hanedanı olan sağlam temeller üzerindeki bir devlet kurdular ve Orta Anadolu’yu Konya kentindeki başkentlerinden yönetmeye giriştiler. Hanedanları diğer İslam devletleri içinde Rum Sultanlığı olarak tanındı. Arap dilinde “Roma” imparatorluğunun bu son kalıntısına miras yoluyla konacağını farz eden “Roma Sezarları”ydılar. Bizans Hıristiyanları Malazgirt’ten bir yüz yıl sonraki Miryakefelon (Myriokephalon) Savaşı’ndan sonra Batı Anadolu’da üzerinde anlaşmaya varılmış bir sınırın veya “sınır bölgesi”nin arkasında kuvvetli bir Selçuklu Devleti’yle barışçıl ilişkiler içinde hüküm sürmeye sürdüler. Böylelikle, İslam dünyasında Büyük İran Selçukluları geçmişleri aracılığıyla prestij kazanan Anadolu Selçukluları kuvvetli ve zengin bir devlet oldular ve on üçüncü yüzyılın ilk yarısında güçlerinin doruğuna ulaştılar. Ama bu uzun sürmeyecekti. Çünkü şimdi yeni ve daha kuvvetli bir göçer akını üzerlerine boşanmıştı; gelenler akrabaları Moğollardı. Kendilerinden önce Türklerin de yaptıkları gibi Avrasya bozkırlarına boşandılar; kuzeyde Rusya’ya, doğuda Çin’e aktılar, batıda da Asya’yı aşarak İslam dünyasını sardılar. Onlarınki, yüzyılın başlarında Cengiz Han tarafından başlatılan, şimdi de vârisleri tarafından sürdürülen bir istilaydı. Türk göçerleri önleri sıra sürüldüler, ta ki yeni Türkmen kavimleri Küçük Asya’ya akarak Anadolu Selçuklu Devleti’ni boydan boya güvensizliğe azaltane dek. Bu kavimlerin ardı sıra vahşi bir hamleyle Moğol orduları geliyordu.
1243’de o zamana kadar yenilmemiş olan, üstelik Bizans askerleri ve normal paralı askerler tarafından desteklenmiş Selçuklu Ordusu’nu Sivas’la Erzincan içindeki Kösedağ’da bozguna uğrattılar ve ülke topraklarıyla kentlerinin istedikleri kadarını işgal ettiler. Küçük Asya tarihi bir günün içinde değişmişti. Büyük İran Selçukluları gibi, Anadolu Selçuklularının da iktidarı artık yok olmuştu. Konya’daki Selçuklu sultanları Hülagu’nun kumandasındaki bir Moğol Devleti’nin uyrukları oldular. Lakin diğer göçer ulusların yerleşik bir toplum üzerindeki hükümranlığı gibi, Moğolların iktidarı da geçici oldu ve Küçük Asya’da yalnızca bir kuşak boyunca sürdü. Ne var ki onları izleyen iktidar Selçuklularınki olmayacaktı. Küçük Asya’nın yönetim modeli bu arada herhangi bir merkezi otoriteden bağımsız eski sınır bölgesi uygarlığına dönüş yapmıştı. Yaya savaşçılar bir kez daha yürüyüşe geçmişlerdi. Bizans sınır bölgesinde hiçbir engelle karşılaşmadan kentleri yağmalıyor, hatta zapt ediyorlardı. Çok geçmeden yalnızca eskisi gibi Türkmen aşiretleri değil, bunun yanı sıra eski Selçuklu Devleti’nden mülteci kafileleri, hatta “kutsal bireyler”, Türkistan’la İran’dan kaçan ve Türklerin “kâfirlere” karşı savaş heveslerini hortlatan farklı mezheplerden şeyhlerle dervişler de onlara katıldılar. Güç şimdi bu Gazilerin elindeydi. Bizans savunmalarındaki zayıflamadan yararlanarak ve eskisi gibi bağnazlıktan başka toprak ve yağma gereksinmeleri tarafından güdülerek bölünmüş ve güvensiz bir Yunan Hükümeti tarafından ihmale uğramış, “kardeş düşmanlar” Akritailerin fazla bir direnişiyle karşılaşmayarak ve aşağı yukarı hiç engel görmeden Küçük Asya’nın batısına aktılar. 1300 senesinde buradaki eycihazların çoğu Bizans’ın elinden çıkmıştı. Aralarında savaşan aşiret reisleri hemen hemen on yerleşik Gazi Beyliği’nin başbuğu oldular. Bunlardan birisi olan Osman’ın beyliğinin kaderinde büyüyüp büyük bir dünya gücü, Osmanlı İmparatorluğu olmak vardı.
Bizans İmparatorluğu’nun çöküşünün bıraktığı boşluğu dolduracak ve aynı hanedanın öncülüğünde altı yüz yıldan uzun bir zaman sürecekti.
Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü PDF indir Tıklayın