Slavoj Zizek – Antroposen’e Hoşgeldiniz PDF Oku indir
Slavoj Zizek – Antroposen’e Hoşgeldiniz PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Slavoj Zizek – Antroposen’e Hoşgeldiniz kitabını araştırdık. Ayrıca Slavoj Zizek tarafından kaleme alınan Slavoj Zizek – Antroposen’e Hoşgeldiniz kitap özetinin yanı sıra, Slavoj Zizek – Antroposen’e Hoşgeldiniz pdf oku, Slavoj Zizek – Antroposen’e Hoşgeldiniz yandex, Slavoj Zizek – Antroposen’e Hoşgeldiniz e-kitap pdf, Slavoj Zizek – Antroposen’e Hoşgeldiniz PDF Drive, Slavoj Zizek – Antroposen’e Hoşgeldiniz Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Slavoj Zizek – Antroposen’e Hoşgeldiniz PDF indir Oku
“Tin Kemiktir” Seri İçin Önsöz Žižek’in felsefe, politika, film ve diğer popüler sanat üzerine ayrıntılı Lacancı analizleri ilk kitabı İdeolojinin Yüce Nesnesi’nde başlayarak tüm kitaplarına yayılır. Judith Butler “Slavoj mak adeta nefes almaktır” der. Özgün bir araç olarak gördüğüiçin Lacan ve Hegel tartı Lacancı psikanalizi tercih ederek farklı alanlara müdahaleleri söylenenleri tekrar etmekten veya eleştirmekten, hatta yeni bir Şeyler bile söylemekten öte değişik bir boyutla ilişkilenir ve bu da bizi farklı zamanlarda rahatsız eder. Zaman zaman ise dile getirdiklerinin tam da kendi düşüncelerimiz te bu “tuzak” dünya çapında Žižekolduğunu düşünür ve doğrudan birer Žižekçi olur çıkarız. İ takipçilerinin sayısını durmaksızın artırsa da Žižek! adlı filmde kendisi “en büyük endişem önemsiz biri olmak değil kabul görmektir” der. an “Tin Kemiktir” ve popülerŽižek’in Encore için seçtiği felsefi/politik metinlerden olu kültür metinlerini kapsayan “Bilinmeyen Bilinenler” serisi işte bu farklı boyuta, kabul turan ama yine de inançlarımızın hatta toplumsal değerlerimizin temelini olugörmemi görmezlikten geldiğimiz, farkında olmadığımız alanlara odaklanıyor. Hegel’in “Tin Kemiktir” uformülündeki kafatası kemiği Žižek’e göre öznedeki temsillenemez bir imkansızlığı, bir bo tasvir eder. Onun Donald Rumsfeld analizinde vardığı bildiğimizi bilmediklerimiz ek önermesi Rumsfeld’in Irak’ta yapılan işkenceleri bildiğini bilmemesine, yani Lacan’ın dile getirdiği “kendini bilmeyen bilgi”ye ilişkindir: “2003’te Rumsfeld biraz amatörce, bilinen ve bilinmeyen içindeki ilişki ile ilgili felsefe yapmaya girişti: ‘Bilinen bilinenler mevcuttur. Bunlar bildiğimizi bildiğimiz şeylerdir. Bilinen bilinmeyenler mevcuttur. Yani, bazı şeyler mevcuttur ki bilmediğimizi biliriz. Lakin bilinmeyen bilinmeyenler de mevcuttur. Bunlar bazı Şeyler ki bilmediğimizi bilmeyiz.’ Onun eklemeyi unuttuğu mühim bir dördüncü tanım var: ‘bilinmeyen bilinenler’, bildiğimizi bilmediğimiz şeyler ki bu tam anlamıyla Freudcu bilinçdışıdır…” Birinci Dünya Savaşı’nın ortalarında bir zaman, Alman ve Avusturya ordu karargahları içinde cereyan eden bir telgraflaşmaveyair (muhakkak ki, sonradan uydurulmuş) bir anektod nakledilir. Almanlar, “Bizim cephede durum ciddi, fakat feci değil,” diye bir mesaj gönderir; Avusturyalılar da yanıt verir: “Bizim cephedeyse durum feci, ama ciddi değil.
” Çoğumuz, en azından gelişmiş ülkelerde yaşayanlar, içinde olduğumuz global felakete git gide bu gözle bakmıyor mu? Hepimiz, eli kulağındaki –ekolojik, toplumsal– yıkımın farkındayız, ama bu yıkımı ciddiye alamıyoruz, bir türlü. Psikanalizde bu tutuma fetişist yarılma denir: Gayet iyi biliyorum ki … (ama inanmıyorum). Böylesi bir yarılma, gördüğümüz, işittiğimiz şeyi görmezden gelmemiza neden olan ideolojinin maddi gücünün de açık bir göstergesidir. Peki, böyle durum niçin görülmektedir? Bir kural olarak, söz konusu yarılma, şeyler bir sıfır noktasına yaklaştığında görülmektedir – Ed Ayres’in tanımı şöyle: “Kolektif deneyimimizin öylesine katıksızca dışında kalan bir şeyle karşılaşıyoruz ki, orta yerde tartışılmaz delilleri bile olsa, o şeyi görmüyoruz, artık. Bizim durumumuzda bu ‘bir şey’, bizi yaşatan Yeryüzü üzerindeki muazzam biyolojik ve fiziksel başkalaşmaların bombardımanıdır.” Ayres, jeolojik ve biyolojik katmanda, asimptotik bir özelliği takiben sıfır noktasına ulaşan dört adet “ani voltaj artması” (ivmeli hareket) sıralıyor. Söz konusu sıfır noktasına ulaştığında nicel genişlemesi, kendi tükenme noktasına da ulaşacak ve bir başka niteliğe dönüşmek zorunda kalacak dört ivmeli hareket: nüfus artışı, kaynakların tüketilmesi, karbon gazlarının emisyonu, türlerin kitlesel olarak nesillerinin tükenmesi. Bu tehditle başa çıkabilmek için kolektif ideolojimiz, örtbas etme ve kendini kandırma mekanizmalarını seferber ediyor, hem de olup biteni iradi olarak ve dolaysızca yok sayma noktasına varıncaya dek: “Tehdit altındaki insan toplumlarının genel bir davranışsal örüntüsü de, başarısızlığa uğradıkça, krize daha bir odaklanmak yerine at gözlükleri takmaktır.” Feci, ama ciddi değil… Peki, çok fazla, özellikle de bir felaket başgösterdikten hemen sonra, duyageldiğimiz kıyametçi sesler var – bunlar ne olacak? Buradaki temel paradoks, aşırıya kaçan kıyametçiliğin (şu dünyanın sonu yakın mantrası) bir savunma şekli, gerçek tehlikeyi ciddiye almaktansa onu karartmanın bir yolu olmasıdır. Bu nedenledir ki, bizi eli kulağındaki tehdit hususunda ikna etmeye çalışan bir çevreciye verilecek en iyi karşılık, umutsuz iddialarının gerçek hedefinin kendi inançsızlığı olduğunu söylemektir – öyleyse, ona “Boşuna endişelanma, felaketin gelmesi zaten kaçınılmaz!” makamında bir yanıt vermeliyiz. Felaket gerçekten de geliyor – olmaz dediğimiz şeyler her bir tarafta vuku buluyor. Bunu tespit etmenin yolu, imkansızın normalizasyonu mekanizmasına odaklanmaktır, ki bu da devlet güçlerinin ve sermayenin kutuplardaki buz tabakasının erimesi gibi ekolojik tehditlere karşı tutumunda açık seçik görülebilir. 27 Ocak 2008’de büyük medya, Boulder’daki (Colorado) Ulusal Kar ve Buz Data Merkezi’ndeki bilimcilere referansla, Kuzey Buz Denizi’nin tahmin edilenden fazla daha bi hayli hızlı eridiğini açıkladı: Kuzey Kutbu bu seneın Eylülünde tamamen buzdan arınmış olabilirmiş. Yakın zamanlara kadar benzer haberlere verilen tepki, ağırlıkla, afet önlemleri alınması için yapılan malum çağrılardan meydana gelirdu: Hayallere sığmayacak bir felaket yaklaşıyor, derhal bir şey yapmazsak bir daha hiç yapamayacağız… Lakin son haftalarda, bizi global ısınmaveyaha bir sıcak bakmaveyavet eden sesler duymaya başladık. Bize, kötümser tahminleri, daha dengeli bir bağlama yerleştirin, deniyor.
Doğru; iklim değişikliği, kaynak yarışıni artıracak, sahil bölgelerini su altında bırakacak, arktik bölgelerdeki sürekli olarak donu eriterek altyapıyı tahrip edecek, bölgenin hayvan türlerini ve yerli kültürlerini strese tabi tutacak, bunlara ek olarak etnik şiddet, sivil kargaşa ve yerel çetelerin hakimiyeti gibi sonuçlar yaratacak. Lakin şunu da akılda tutmak gerekiyor ki, iklim değişikliği, yeni bir kıtanın şimdiye dek gizli kalmış hazinelerini de açığa çıkaracak, kaynaklarını ulaşılır kılacak, topraklarını insan yerleşimine uygun hale getirecek. Çok değil bir yıl içinde, şilepler kestirme bir kuzey rotasından yararlanabilecek, böylelikle yakıt tüketimi ve karbon emisyonlarında düşüş olacak… Zaten büyük iş çevreleri ve devlet güçleri yeni iktisadi fırsatların peşinde koşmaya başladı bile. Tabii bu fırsatların konusu, yalnızca (ve hatta başlıca) bir “yeşil endüstri” kurmak değil, basit ve dolaysız bir biçimde, iklim değişikliğinin açığa çıkardığı tabiat parçalarının sömürülmesi. Daha düne kadar global ısınmanın yarattığı korkulara, bunlar eski Komünistlerin soyunduğu bir çeşit kıyametçi korku tellallığı, veya en azından, yetersiz bulgulardan çıkarılmış prematüre sonuçlar diyerek burun kıvıran; bize, paniğe mahal yok, temelde her şey aynı kalacak diye güvenceler veren aynı politikacı ve idareciler, bugün birden bire, global ısınmaya basit bir olgu, “her şeyin aynı kalmasının” bir şekli muamelesi yapmaya başladı. Temmuz 2008’de CNN “Grönland’ın Yeşillenmesi” adlı bir haberi tekrar tekrar göstererek buzun erimesinin Grönlandlılar için yarattığı fırsatları göklere çıkarttı – daha şimdiden açıkta sebze yetiştirebiliyorlarmış, falan… Bu haberdeki utanmazlık, global bir felaketin minnacık bir yararına odaklanmasından ibaret değil; bunun üzerine tüy dikmek üzere haber, gündelik dilde “yeşil” kelimesinin taşıdığı ikili anlamdan (nebatat anlamında “yeşil” ve çevreci endişelar anlamında “yeşil”) istifade ederek global ısınma sebebiyle Grönland topraklarında daha fazla sebze yetiştirilebiliyor olmasını ekolojik bilincin çoğalmasıylailintilendirmektedir… Bu türden fenomenler, Shock Doctrine adlı eserinde global kapitalizmin, felaketleri (savaşlar, politik krizler, doğal afetler) “eski” sosyal kısıtlardan kurtulmak ve felaketin sildiği karatahtaya kendi yeni gündemini yazmak için istismar ettiğini söylerken, Naomi Klein’in ne kadar haklı olduğunu göstermiyor mu? 1 Kim bilir, belki de eli kulağındaki felaketler, kapitalizmin kuyusunu kazmak şöyle dursun, ona ivmelerin en büyüğünü kazandıracak. Böylelikle, ufukta da yeni bir Soğuk Savaş’ın hatları belirmeye başlıyor – bu kez, bu savaş, sözün bildik anlamıyla, son derece soğuk koşullarda verilecek. 2 Ağustos 2007’de bir Rus ekibi, Kuzey Kutbu’ndaki buz tabakasının altına içinde bir Rus bayrağı taşıyan bir titanyum kapsül yerleştirdi. Rusların Arktik bölgeler üzerindeki işbu hak iddiasının altında yatan, ne bilimsel amaçlardır ve ne de politik ve propaganda amaçlı bir gövde gösterisi. Bu hareketin gerçek amacı, Arktik bölgelerdeki dev enerji hazinelerini Rus-ya’ya kazandırmaktır: bugünkü tahminlere göre, dünyanın el dokunulmamış petrol ve gaz rezervlerinin hemen hemen bir çeyreği Arktik Okyanusu altında yatmaktadır. Rusya’nın hak iddiasına, olabileceken, Arktik bölgelere sınırı olan şu dört ülke itiraz edecektir: ABD, Kanada, Norveç ve (Grönland üzerindeki egemenliği sebebiyle) Danimarka. Bu tahminlerin doğruluğunu kestirmek olabilecek gözükmese de, bir şey kesin: Cereyan etmekte olan, sıradışı bir sosyal ve psikolojik değişimdir – imkansız olabilecek hale gelmektedir. Önceleri imkansız fakat gerçek olmayan bir olgu diye yaşantılanan (ne denli olası olduğunu bilsek de gerçekleşeceğine inanmadığımız ve böylelikle imkansız diye görmezden geldiğimiz ama yaklaşmaya devam eden felaket ihtimali), şimdi, gerçek fakat artık imkansız olmayan bir nesne haline gelmiştir (felaket bir kere vuku buldu mu, “yenidennormalize” edilecek, dünya çapındaki normal akışın parçası olarak, daima ve zaten olabilecek bir nesne olarak algılanacaktır). Bu paradoksları olabilecek kılan şey, bilgi ve inanç içindeki açıklıktır: Ekolojik felaketin olabilecek, ve hatta olabilecek, olduğunu bilinmekte; fakat gerçekten vuku bulacağına inanmıyoruz. Peki bugün, gözlerimizin önünde cereyan eden şey işbu felaketin ta kendisi değil de ne? Bir on yıl önce, işkence veya neo-Faşist partilerin Batı Avrupa hükümetlerinde boy göstermesi imkansız bir etik facia olarak, “gerçekten olamayacak” bir şey olarak akıllardan uzak tutulurdu; ama bir kere vuku bulduktan sonra derhal bunlara alıştık, onları aşikar olaylar olarak algılamaya başladık.
Ya da 1992’den 1995’e dek süren meşum Saraybosna kuşatmasını hatırlayalım: Yarım milyon nüfuslu “normal” bir Avrupa şehrinin kuşatılması, açlığa mahkum edilmesi, düzenli olarak bombalanması, şehirde yaşayanların keskin nişancıların açtığı ateşle terörize edilmesi, …ve bütün bunların üç yıl sürmesi, 1992’den önce, muhakkak ki, hayal edilemeyecek şeyler olarak görülürdü. Ne de olsa, Batılı güçler için kuşatmayı kırmak ve şehre ulaşmak üzere ufak, güvenli bir koridor açmak son derecede kolay bir işti. Kuşatma başladığında, Saraybosna’da oturanlar bile, bunun kısa sürecek bir olay olduğunu düşünmüş, çocuklarını “bu rezalet sona erinceye dek, bir veya iki haftalığına” güvenli bir yerlere yollamaya çalışmıştı. Ve sonra kuşatma, büyük bir hızla “normalize” edilmişti… Bu kaymada yitip giden şey, felaketin gizlediği tüm beklenmedik tuzaklarla birlikte bizzat olup bitenin gerçek anlamıdır. İçinde olduğumuz tatsız durumun paradokslarına bir örnek de, bizzat çeşitli ekolojik tehditlere karşı aldığımız önlemlerin kutuplardaki ısınmayı artırabileceğidir: Ozon deliği, Antarktika’nın iç bölgelerini global ısınmadan korumaktadır. Böylelikle, eğer ozon deliği onarılabilecek olursa Antarktika da Yeryüzü’nün geri kalanını etkisi altında bulunduran ısınma kervanına katılmış olacaktır… En azından bir noktadan eminiz: Son birkaç on yıl içinde postendüstriyel toplumlarda “entelektüel emek”in hakim rolünden söz etmek modaydı – fakat şimdilerde, maddiyat, yakın günlerde kıtlaşacak kaynaklar için verilen savaştan (besin, su, enerji, mineraller, …) çevre kirliliğine kadar, tüm tutumlarıyla ve öç alırcasına otoritesini yenidentesis etmektedir.