Michael Baigent – İsa Yazmaları PDF Oku indir
Michael Baigent – İsa Yazmaları PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Michael Baigent – İsa Yazmaları kitabını araştırdık. Ayrıca Michael Baigent tarafından kaleme alınan Michael Baigent – İsa Yazmaları kitap özetinin yanı sıra, Michael Baigent – İsa Yazmaları pdf oku, Michael Baigent – İsa Yazmaları yandex, Michael Baigent – İsa Yazmaları e-kitap pdf, Michael Baigent – İsa Yazmaları PDF Drive, Michael Baigent – İsa Yazmaları Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Michael Baigent – İsa Yazmaları PDF indir Oku
28 Mayıs 1291, KUTSAL TOPRAKLAR: Akra; Haçlı Krallığının sonuncu liman şehri yıkıntılar içinde uzanıyordu. Ayakta duran tek şey Tapınak Şövalyeleri’ne ait büyük deniz kulesiydi. Yedi hafta boyunca, Mısır’ın genç Sultanı Halil el Eşref in kumandasındaki Arap orduları, önce şehrin etrafını kuşatmış ve kuşatma sonunda da saldırıya geçmişti. Hıristiyanlığın son başkenti bitmişti. Bir zamanlar sokaklarını savaşçıların, soyluların, tüccarların, dilencilerin doldurduğu bu kalabalık şehir; artık yıkılmış binalar ve cesetlerle doluydu. Şehir düştüğü için katliam ve hırsızlığın serbestçe yapıldığı o vahşet günlerinde utanma duygusu yoktu. Araplar Haçlılara ait tüm izleri ortadan kaldırmaya kararlıydı; Haçlılar ise çaresiz bir durumda olmalarına rağmen, umutlarını yitirmeden hayatta kalmaya en az onlar kadar kararlıydı ve umutları krallıklarını tekrar kurabilmeleri için gerekliydi. Lakin bu umut, Akra’nın düşmesiyle kırılmıştı. Dumanların, şehrin kanayan yıkıntılarının ötesinde, yalnızca Tapınak Şövalyeleri’nin büyük deniz kulesi zarar görmeden ayakta kalmıştı. Kulede yalnızca -bir zamanlar Kudüs’ün Hıristiyan Krallığı’nın büyük ve kuvvetli ordusundan geriye kalan- elli veya altmış şövalyeyle birlikte o ana kadar yaşamını kurtarabilenler vardı. Beklediler. Yapabilecekleri başka hiçbir şey yoktu. Kimse onları kurtarmaya gelmiyordu. Birkaç gemi geri döndü, bazı şövalyeler ve siviller kaçtı. Diğerleri sonun gelmesini beklediler ve bir hafta daha devam eden saldırılara karşı koydular.
Tapınakçılar ümitsiz olmalarına rağmen, büyük bir inançla savaşmıştı. Sultan, bütün şövalyelerin ve sivillerin savaşmaktan vazgeçip kaleyi terk etmeleri halinde, kendilerine zarar vermeden gitmelerine izin verileceğini teklif edince, direnişi yöneten Mareşal Tapınakçı bunu kabul etti. Ve başında bir emir bulunan Arap savaşçılardan bir araya gelen bir birliğin kaleye girip, Sultan’ın sancağını dikmesine izin verdi. Lakin birlik verilen söze uymayıp kaledekilere saldırmaya başladı. Tapınakçılar öfkeyle hepsini öldürdü ve Sultan’ın sancağını geri indirdi. Sultan, bunu bir ihanet olarak gördü ve acımasızca saldırdı. Ertesi gün Sultan ‘güvenli çıkış’ teklifini tekrarladı. Tekrar kabul edildi. Mareşal Tapınakçı ve bununla birlikte birkaç şövalye ateşkes altında şartları konuşmak için kaleden çıktı. Lakin daha Sultan’a uletaptan, kalenin etrafını sarmış fedailer tarafından tutuklanıp, idam edildiler. Artık Sultan’dan gelecek hiçbir “Teslim olun!” çağrısı, Tapınakçılar tarafından kabul edilmeyecekti. Artık bu, ölümüne bir savaş olacaktı. O kader gününde, Tapınakçı kalesinin duvarlarının temeli Araplar tarafından kazıldı ve tahrip edildi; sonunda da yıkım gerçekleşti. Araplar kıyıma başlamıştı. İki bin beyaz kaftanlı Memlûk savaşçısı, Tapınakçı kulesinin duvarında açılan delikten içeri hücum etti.
Yapısı, günler süren saldırıların ardından zayıflayan kale, düşmana geçit vermişti. Hem işgalciler hem de kaleyi savunanlar, ani bir gürültüyle yıkılan kalenin taşları altına gömülmüştü. Yıkım durup etrafa toz yağdığında; sessizlik her şeyin bittiğini ilan etmişti. Yaklaşık iki yüz yılın ardından, kutsal topraklardaki Hıristiyan Krallığı rüyası bitmişti. Şimdi Tapınakçılar bile kalelerini terk ediyor, sayıları yirmi bin kadar olan din kardeşlerine 173 yıldan daha uzun süre vatan olmuş bu topraklardan geri çekiliyordu. TAPINAKÇILAR BENİ HER ZAMAN BÜYÜLEMİŞTİR. Sadece profesyonel bir ordu olarak oynadıkları rolle değil; modern dünyanın başlangıcına yaptıkları ve dikkatlerden kaçan büyük katkılarla da… Gerçekleştirdikleri şehirlerarası ve ülkelerarası para transferleriyle paranın kılıçtan daha kuvvetli olduğunu gösterdiler; baskın aristokrasi ve köylü sınıfı içinde bir boşluk yaratarak, orta sınıfın doğması için yer açtılar. Lakin bu gerçeğin yanı sıra sırrın büyüleyici etkisi her zaman var olmuştur. Kimi Tapınakçıların Roma merkezli inançtan saptığı yorumları yaygındır. Onlar, dinin yüksek mevkideki koruyucuları olarak görülüyor olmalarına karşın, haklarında çok az şey bilinen bireylerdi. İşte bu konu bende bir araştırma konusu oldu ve bazı yanıtlar bulmaya karar verdim. Tapınak Şövalyeleri’nin gizemli yanlarını araştırmaya başladım. Bir gün Londra’da bir kitapçıda otururken, kitapçı dükkânının sahibi olan arkadaşım, Tapınakçılar ile ilgili ilgimi çekecek bilgilere sahip biriyle beni tanıştırmak istediğini dile getirdi. Meslektaşım Richard Leigh’le tanışmamsa bu biçimde başladı. Tanışmamızı takip eden yirmi seneden daha uzun bir zaman dilimi içinde, birlikte yedi kitap yazdık.
Richard, kesinlikle enteresan bilgilere sahipti. Bu bilgiler ona Henry Lincoln’den geçmişti. Richard ve ben hemen güçlerimizi birleştirmemiz gerektiğinin farkına varmıştık. Birkaç ay sonra da Henry aynı karara vardı. Bir takım oluşturduk ve çalıştık. Sonuç, altı yıl sonra, birden çoksatan olan Kutsat Kan, Kutsal Kâse kitabıydı. Bizim en mühim savımız, tarihçiler tarafından çok bazı zamanlarda birbirleriyle ilişkilendirilmiş olan, Haçlı Savaşları ve Kâse efsanelerine yeni bir bakış da getiriyordu. Her iki konunun arkasında bir kan bağı, bir hanedan olduğunu keşfettik: Bu, Yahudilerin ünlü ‘asil kan soyu’ yani Davut’un nesliydi. Kâse efsaneleri, eski pagan Kelt geleneklerine ait unsurları ve Hıristiyan mistisizmine ait unsurları birleştiriyordu. Toprağın verimliliğinin devam etmesini sağlayan bir ‘bereket kâsesi’ sembolü en baştan beri vardı ve Kâse tanımları mistik bir olayın anlatımında kullanılan terimlerle yapılıyordu. Bize manalı gelen; efsanelerde vurgulanan Kutsal Kâse Koruyucuları, Perceval yahut Parsival terimlerinin Kudüs’teki çarmıha kadar uzanarak, tarihin içinden geçip gelen ‘en kutsal kan soyu’ na işaret ediyor olmasıydı. Belli ki bu; Davut’un nesliydi. Bu konu, tüm Kâse yorumcularının dikkatinden kaçmış gibiydi. Sangraal yahut Sangreal yani Kâse (Grail) teriminin üzerinde tartıştık. Bu terim, sözcük oyunuyla zekice bölünerek üzerinde oynanmış olan, San Graal yahut San Greal -Kutsal Kase (Holy Grail)- sözcüklerinden geliyordu.
Sang Real terimi ise ‘Asil Kan (Blood Royal)’ anlamındadır ve biz bunun, Davut’un asil nesline işaret edebileceğini düşündük. Gerçekten de Ortaçağ boyunca bu nesil, ‘en kutsal nesil’di. Davut’un bu kutsal neslinin, Ortaçağın ilk dönemleri boyunca Güney Fransa’da varlığını sürdürdüğüne dair hiç bir şüphe yoktur. Bu tarihi bir gerçektir. Charlemagne, krallığını kurarken en yakın yoldaşlarından birisi olan Guillem (William)’i Toulouse, Barcelona ve Narbon Kontluğu’na atayarak, Hıristiyan Krallığı ile Endülüs Emirliği, yani diğer bir deyişle İslam İspanya’sı içindeki tampon bölgenin Prensliğinin başına getirdi. Bu yeni, prens Gulliem, bir Yahudi’ydi ve bunun yanı sıra Davut’un soyundan geliyordu. On ikinci yüzyılın Yahudi gezgini Tudelalı Benjamin, ruhsatnamesinde İspanya’dan Ortadoğu’ya yaptığı yolculuğu anlatırken, Narbon’un adaletli prensinin ‘aile ağacında da altı çizildiği gibi, Davut’un soyundan geldiğini’ açıklıyordu.’ Yahudi Ansiklopedileri bile Narbon’un bu ‘Yahudi Krallarından’ bahseder; fakat kan bağını yalanlar. Elbette hiç kimse Tudelalı Benjamin’in sözünü ettiği bu kan bağının nereden geldiğini sorgulamak istemez. Bunun yanı sıra, bizim de farkına vardığımız gibi, durum bi hayli karmaşıktır. Davut’un Güney Fransa’daki neslinden olan bu prenslerin soy kütüğüne incelediğimizde; onların, I. Haçlı Seferinin önderlerinden birisi olan ve sonradan Kudüs Kralı olan Godfrei de Bouillon’un atalarıyla aynı isimler olduğunu keşfettik. Bu Haçlı Savaşı’nda dört büyük soylu vardı. Peki taht neden tek başına Godfrey de Bouillon’a sunulmuştu ve bunu, neden hüküm vermek için Kudüs’te toplanan ve hâlâ haklarında bir şey bilinemeyen bir seçim komitesi ona sunmuştu? Bu asil lordlar kime hangi nedenten dolayı itaat ediyor olabilirlerdi? Anladığımız kadarıyla, kan bağı unvanlara üstün gelmiş ve krallığın Davut’un neslinden gelen Godfrey’in hakkı olduğuna karar verilmiştir. Bu kan bağı nereden kaynaklanıyordu? Tabii ki Kudüs’ten, İsa’dan Kutsal Kan, Kutsal Kâse’de kavga ettiğimız -İsa ve Mecdelli Meryem evliliğinin neticesinden- Aslını söylemek gerekirse şunu da düşünüyorduk: Kana’da evlenenler İsa ile Mecdelli Meryem değil miydi? En sonunda bu, onun neden düğüne ‘davet edildiği’ ve şarap üzerindeki sonradan doğan sorumluğunu açıklıyordu! Doğal olarak, kitabımızın yapımıyla birlikte tartışmalar da dünya çapında patladı.
‘Bay ve Bayan Mesih’ diye yazarak, akıllıca taşlıyordu bir yorumcu. Ve devam ederek büyüyen taşlamalar içinde bu, en hafif olanlarındandı. Bu, 1982’deydi. 2002 senesinde Dan Brown, kitabımızdaki teorinin bir bölümüne Da Vinci Şifresi adlı romanında yer verdi. Derken bir medya patlaması daha yaşandı. Haberlerde ‘Bay ve Bayan Mesih’ geri dönmüştü, bireylerin, İncil efsanelerinin ardındaki gerçeklere hâlâ aç olduğu açıkça görülüyordu. Gerçekte İsa kimdi? Ondan ne bekleniyordu? Dünya bugün hâlâ İsa, Yahudilik, Hıristiyanlık ve iki bin yıl önce yaşanmış olan olaylara ve bunların arkasında gizlenmiş gerçeklere duyulan merakla çalkalanıyor. Kutsal Kan, Kutsal Kase’nin ilk yayımlandığı günden bu yana yirmi iki yıl geçti. Bu süre boyunca, bu mühim soruları değerlendirmeye, araştırmaya, tarihi irdelemeye sürdüm. Bu derinlemesine araştırma için ayrılan süre göz önüne alındığında, Da Vinci Şifresi’nde anlatılanlardan daha fazla bir bilgi zenginliğine sahip olduğum açıktır, işte bu yirmi iki yıllık keşif seyahatimin tecrübelerini de bu kitaba yansıtarak; okurla birlikte kimi çıkmaz sokaklarda biten, kimi sonu görünmeyen ihtimallere açılan bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu yolculuk, İsa ile ilgili daha fazla bilgi edinmemizi sağlayacak. Bunu yaparken de din kitaplarında anlatılanlara değil; tarihsel ispatlara başvuracağız. Burada sunduğum bilgileri, kendinizi zorlamayacak bir hızda okumalısınız. Açıklamamın her bir parçasını, anlayabilmenize yetecek bir süre içinde değerlendirmelisiniz. Bu bi hayli mühim; çünkü biz, burada olduğu gibi, ezelden beridir inanılmış şeylerin doğruluğuna karşı çıkıldığı zaman, yol boyunca attığımız her adımın doğruluğunu ispatlamak ve bu adımların neden atıldığını açıklamak zorunda olduğumuzun bilinciyle hareket ediyoruz.
Açıktır ki; fakat bu biçimde yolun sonuna vardığımızda, konular üzerinde nerede durduğumuza dair kendimizden emin olabiliriz. Eleştirel bir okuma, yeni bulgularla yüz yüze gelmenize neden olacaktır. Daha sonra bunlara inanmak veya varolan eski inançlarınızı sürdürmek sizin tercihinize kalmıştır. Şimdi eğer yolculuğa çıkmaya hazırsanız; haydi başlayalım…