John Fowles – Ağaç ve Doğanın Doğası PDF Oku indir
John Fowles – Ağaç ve Doğanın Doğası PDF Oku indir, e-kitap sitemizde John Fowles – Ağaç ve Doğanın Doğası kitabını araştırdık. Ayrıca John Fowles tarafından kaleme alınan John Fowles – Ağaç ve Doğanın Doğası kitap özetinin yanı sıra, John Fowles – Ağaç ve Doğanın Doğası pdf oku, John Fowles – Ağaç ve Doğanın Doğası yandex, John Fowles – Ağaç ve Doğanın Doğası e-kitap pdf, John Fowles – Ağaç ve Doğanın Doğası PDF Drive, John Fowles – Ağaç ve Doğanın Doğası Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
John Fowles – Ağaç ve Doğanın Doğası PDF indir Oku
“Kendimi böyle saçma ve boş laflarla anlatmak, bana bu kadar anlam ifade etmiş tüm şeyler ile ilgili artık hiçbir şey söyleyememek bana acı veriyor. Beni belki de normallikten uzak kalmış, enteresan ve toplumdışı biri olaıak kabul edeceksiniz. Yetersizliklerime karşın, vahşi doğaya gerçekten saygı göstermemi takdir edeceğinizi bekliyorum; bunun yanı sıra kendilerini, vahşi doğa olmaksızın da yaşayabilecek kadar müthiş biçimde evrimleşmiş sayan herkesin bu bilgisizliğine de acıyorum. Bu tür insanlar yok olmanın peşinde koşuyor gibidirler; şimdilerdeki gibi, bu aradıkları şeyi de bulacaklardır.” İyi bildiğim ilk ağaçlar çocukluğumun geçtiği evin bahçesindeki elma ve armut ağaçlarıydı. Bu size kırsal ve pastoral bir anı gibi gelebilir, ama değil. Çünkü, evimiz, Londra’dan yetmiş kilometre kadar uzakta ve Thames Irmağı’nın denize döküldüğü yere yakındı; 1920’li senelerın bir banliyösünde, komşu evle ortak duvarı olan evlerden biri. Arka bahçemiz yarım dönümden de ufak, minik bir bahçeydi. Babam, bu bahçenin bir ucuyla yan çitini demir ızgaralar ve çubuklarla kapamıştı. Minnacık çimenlikte fakat sürekli olarak budanarak adam edilebilen beş meyve ağacı vardı. Komşularımızın daha geleneksel tarzdaki arazilerinin yanında bizim bahçemiz anormal, hatta biraz da gülünçtü. Sanki, büyük bir taşra evine ait sebze bahçesinin ufak bir parçası olmaya çabalıyordu. Lakin, bu ağaçların verdiği meyveleri gören hiç kimse bu çabayı bir delilik olarak görmüyordu. Elma ve armutların adları şarap adlarına benzer. Kuşkusuz, bu adların kendileri meyvelerin değerine ilişkin hiçbir güvence vermez.
İki ağacın adı aynı olabilir; fakat bu iki ağacın meyveleri içinde, orta kalitede şarap üretiminde kullanılan üzümlerin yetiştirildiği bir bağ ile aynı yamaçtaki büyük bir üzüm bağı içindeki gibi bir fark olabilir. Aynı ağacın meyvesi bile seneden seneye değişebilir. Şarapta olduğu gibi meyve yetiştirmede de temel etkenler toprak, konum ve yıllık iklimdir; işte bu şans etkenlerinden sonra, bakım gelir. Bölgenin alüvyonlu toprağında zaten mutlu olan babamın ağaçları, tüm İngiltere’de en sıkı budanan, en fazla sevilip hayır duası alan ağaçlar içinde olmalıydılar. Bu ağaçlar yerel yarışmalarda babama bir çok ödül kazandırdı. Meyveleri kesinlikle cinslerinin en tatlı olanlarıydı. Günümüzün süpermarketlerinde, ticari açıdan dezavantajlarından ötürü bu cinslerin birçoğu giderek daha az görülmektedir. Onları ticari açıdan dezavantajlı kılan, çocukluğumdan iyi bildiğim, basit bir şekilde zedelenebilen yumuşak etli oluşları veya “ağaçtan yenilmesi gerek” gibi gizemli bir zorunluluktu. Anıları, adları ve lezzetleri hâlâ aklımdan çıkmaz: Charles Ross ve Lady Sudeley, Peasgood’un Eşsizi ve Pippin’lerin Kralı. Babamın yetiştirdiği Comice 1 gibi veya İngiliz meyveciliğinin Mozart veya Beethoven’i, James Grieve ve Cox’un portakalı gibi daha popüler cinsler bile onun kurnazca bodur bıraktığı ağaçlarda, o günlerden bu yana ender olarak karşı karşıya geldiğım bir zenginliğe ve inceliğe kavuşuyorlardı. Böyle düşünmemin nedeni,, belki de, babamın bu meyvelerin tam anlamıyla ne zaman yenileceğini bilmesiydi: Bir Comice armudunun olgunlaşması dükkanda bir çok hafta alabilir, fakat olgunluğunun doruğunda yalnızca bir gün kalabilir. Perfection in the Grieve’in olgun dönemi de aşağı yukarı aynı derecede hızlı geçer. Bu ağaçların yaşamlarımız üzerindeki etkisi, gençliğimde farkına vardığımdan çok daha yüksekydı. Onları, babamın dünyaya sunduğu gibi algıladım; yani onlar babamın yalnızca bir hobisiydi. Tıpkı onun sürekli olaraklik kazanmış mali endişeları, her gün Londra’ya giderek ortadan kayboluşu, on iki parmak ülseri -veya mutlu yönleri yönünden bakarsam, hafta sonlarında golf oynaması, kriket maçlarını seyretmeye düşkünlüğü- gibi aynı ölçüde olağan veya kaçınılmaz bir şeydi.
Lakin bu ağaçlar uzun zamandır yalnızca birer ağaç olmaktan çıkmışlardı; adları, alışkanlıkları ve karakterleri, ailemizle duygusal bir benzerlik elde etmişti. Babamla benim aramda çoktandır açık bir değişiklik vardı, fakat bir çocuk olarak ben bunun farkında değildim veya bu farklılığı belki de yaştan ileri gelen bir zevk farklılığı, yine yalnızca bir hobi seçimi olarak görüyordum. Çeşitli akrabalarımsa bu farklılığı her durumda teşvik ediyor ve – bence- kutsallaştırıyorlardı. Sıkı bir böcek bilgini olan bir amcam vardı. Beni farklı zamanlarda taşrada böcek yakalama gezilerine götürürdü. Ağla, şekerle, tırtılla ve başka bir çok yöntemle böcek yakalardık. Bunun yanı sıra bana, yakaladığımız böceği katılaştırmanın incelik isteyen sanatını öğretmişti. Daha sonra, benden fazla daha büyük iki kuzenim yaşandı. Birinin Kenya’da çay plantasyonu vardı. Sıkı bir balık avcısı ve iyi bir nişancı olan bu kuzenim bazı zamanlarda İngiltere’ye gelip bizi ziyaret ederdi ve bana göre tartışmasız dünyanın en şanslı adamıydı. Öbür kuzenimse, herhangi bir orta halli orta sınıf İngiliz ailesinde mutlaka var olan, tam anlamıyla eksantrik biriydi. Banliyö yaşamına ve değer yargılarına, bir kirpi kanepede oturmaya ne kadar uyum sağlarsa fakat o kadar uyum sağlardı. Özel ilgi alanlarıysa son derece enteresan bir bileşim oluşturuyordu: En kaliteli sezondan Bordo şarabı, uzun mesafe koşuculuğu (ülkeler arası yarışmalara katılacak derecede başarılıydı), topografya ve karıncalar. Onun yürüyüşlere çıkabilme özgürlüğünü, egzotik yerlerin fotoğraflarını çekebilmesini, doğa ile ilgili sağlam genel bilgilere sahip oluşunu müthiş kıskanırdım. Babamın, onun büyüleyici kişiliğini yarı deli olarak nitelendirmesiyse beni çok şaşırtırdı.
Bu akrabalar kısa bir sürede bende doğa tarihine ve taşra yaşamına karşı bir tutkunun oluşmasına yol açtılar; yani arka bahçemizdeki, doğallıktan son derece uzak ağaçlardan ve onların temsil ettiği şeylerden kaçma arzusuna. Böylelikle, farkında olmaksızın babamın ruhunu daha o zamandan çiğniyordum. Her geçen gün, çevremizde bulunmayan her şeyi gizlice ve şiddetle arzu ediyordum: Geniş alanlar, vahşi doğa, tepeler, ormanlar… Sanırım özellikle de orman, “gerçek” ağaçlar. Essex bataklıkları ve Arktik tunduralar gibi bir iki istisna dışında düz ve ağaçsız yerlerden hep nefret etmişimdir. Oralarda zamanın egemenliği var gibidir, zaman bir duvar saati gibi insafsızca tik tak eder. Lakin, ağaçlar zamanı saptırır veya daha çok, bir sürü zaman yaratır: Kimi yerde yoğun ve kesikli, kimi yerde sakin ve dolambaçlı – ama asla isteksizce, mekanik veya kaçınılmaz biçimde tekdüze değil. Şu an yaşamakta olduğum Devon-Dorset sınır yöresindeki sayısız gizli ufak korudan birine girer girmez hâlâ bu duyguya kapılırım. Bu duygu tıpkı karayı terk edip denize, bir başka ortama, bir başka boyuta geçmeye benzer. Gençliğimde bu duygu çok şiddetliydi. Ağaçların arasına sıvışıvermek her zaman cennete sıvışıvermeye benzerdi. Hitler olmasaydı, babamla aramızdaki bu kopukluk ortaya hiç çıkar mıydı, bilemiyorum. Çünkü bu durumu kaçınılmaz yapan İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı tehlikelerdi. Essex banliyösünden, uzaklardaki Devonshire köyüne gitmek üzere ayrılmak zorunda kaldık. En vahşi düşlerimin ötesinde tüm gizli arzularımın düşkünlüğe dönüştüğü köy de bu köy oldu. Babamın bodur bırakılmış eğri büğrü meyve ağaçlarından bir araya gelen ufak koleksiyonu, bu yeni dünyamda, Devon’daki sonsuz sayıdaki doğal ağaçtan bir araya gelen Amerika’mda mutlu bir biçimde unutuverdim.
Yeni dünyanın anlamını, bana neler açıkladığini de anlatacağım, ama önce babamın kendi dünyasının ona ne açıkladıği ve bunun nedeni hususunda hali hazırdaki kuşkularımı aktarmaya çalışmalıyım. Büyüdükçe, davranışlarımızda gözlenen görünüşteki farklılığın – özellikle ağaç şekiline bürünen farklılığın- enteresan bir amaçlılık kimliği, bir tür ortak kök sistemi, ağ gibi içiçe geçen, paradokssal bir kalıbı olduğunu kavradım. Babam, yaşamları tümüyle ve kesinlikle 1914- 18 savaşı tarafından belirlenmiş bir kuşaktandı. Çoğunlukla görünüşte, yaşamakta olduğu her iki dünyanın -banliyö ve Londra’nın iş çevresiadetlerine saldırmayacak kadar gelenekselci ve zekiydi. Savaştan önce dava vekilliği eğitimi görmüştü ama Ypres’teki kardeşinin ölümü, ardından tipik bir Geç – Victoria dönemi kişisi olan ve iki kez evlenerek geride bakılacak çok sayıda çocuk bırakan babasının ölümü onu tütün ticaretine atılmaya zorladı. Aile şirketi öyle büyük bir şey değildi. Havana puroları, el yapımı pipolar, kencli üretimi olan saf Virginia sigaraları (kaybolup giden başka bir tat) konularında uzmanlaşmıştı. Ara sıra gelen hatırlı müşterileri olan Picadilly Çarşısı’ndaki dükkan da dahil birkaç dükkanı vardı. Şirket çeşitli nedenlerle -babam yönünden asla kayıtsızlık sebebiyle değil- 1930’lar boyunca hep kötüye gitti ve İkinci Dünya Savaşı şirketin kapanmasına yol açtı. Bunun yanında, ufaklüğümde, çoğu erkek komşuları gibi babam da takım elbisesi ve melon şapkasıyla her gün Londra’ya gidip geldi; Londra’ya trenle gidiş ve dönüş birer saat sürüyordu. Daha çok erken yaşta kararımı vermiştim: Londra fiziksel yorgunluk ve sinir gerginliğiyle eşmanalıydı ve ben asla her gün banliyö treniyle işe gidip gelen biri olmayacaktım. Bu kararlılığı, sanırım, benim adıma babam da paylaşıyordu, ama farklı nedenlerle.