PDF

Victor J. Stenger – Başarısız Hipotez Tanrı PDF Oku indir

Victor J. Stenger – Başarısız Hipotez Tanrı PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Victor J. Stenger – Başarısız Hipotez Tanrı kitabını araştırdık. Ayrıca Victor J. Stenger tarafından kaleme alınan Victor J. Stenger – Başarısız Hipotez Tanrı kitap özetinin yanı sıra, Victor J. Stenger – Başarısız Hipotez Tanrı pdf oku, Victor J. Stenger – Başarısız Hipotez Tanrı yandex, Victor J. Stenger – Başarısız Hipotez Tanrı e-kitap pdf, Victor J. Stenger – Başarısız Hipotez Tanrı PDF Drive, Victor J. Stenger – Başarısız Hipotez Tanrı Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.

Victor J. Stenger – Başarısız Hipotez Tanrı PDF indir Oku

Bilim Tanrı’nın Var Olmadığını Nasıl Gösteriyor? Yakın döneme kadar teistlerle ateistler veya (benim yeğlediğim terimlerimle söylersek) teistlerle anti-teistler içindeki tartışma büyük ölçüde örtük olarak paylaşılan iki varsayıma dayanıyordu. İlkine göre, bilim ve din, Stephen Jay Gould’un ünlü kelimeleriyle, “örtüşmeyen hüküm alanlarına” aitti. İkincisi ise bilim ve aklın bir ilahın yahut yaratıcının var olduğu inancını çürütemeyeceğini, onların bu tür bir inancı doğrulayacak sağlam yahut yeterli delil bulunmadığını göstermekten öteye gidemeyeceğini dile getiriyordu. İnsan arada bir bilim ve dinin “örtüşmediği” yargısına bağlanmanın benim gibi biliminsanı olmayan ve dini farklı öncüllerden kalkarak tartışanlarda bir rahatlamaya yol açtığından şüpheleniyor. Lakin Victor Stenger’ın kitabının sahneye çıkışıyla birlikte, zaten canlı ve etkili olan inançsızlık ispatlamaları hem nitel hem nicel açıdan kuvvetli bir ivme kazandı. Bu tartışmada taraflardan biri boyun eğmek zorunda kalacak. Bu katkının ne kadar mühim olduğundan bahsetmeden önce, Victor’a ciddi biçimde borçlanan sıradan veya bilim dışından “inançsızlar” topluluğuna birkaç söz söylemek istiyorum. 1834’e kadar “biliminsanı” sözcüğü öyle pek yaygın değildi. Sir Isaac Newton gibi bireylerin “doğa filozofu” olduğu düşünülüyor, onlar da kendilerini öyle görüyordu. Doğa filozofları tabi ki bilimsel yönelimli insanlardı ama onların daha kapsamlı ve derin bir ilme sahip oldukları kabul ediliyordu. Büyük kozmik amaçlara ilişkin argümanlar, hesaplarla ve deneylerle bir arada gidiyordu; uzmanlaşma halen tiranlığını ilan etmemişti. Dolayısıyla birden fazla biliminsanı tümüyle “bilimdışı” görüşlere sahipti. Gizli bir simyacı olan Newton papanın deccal olduğuna, Süleyman Tapınağı’nın gerçek boyutlarını bilmenin müthiş buluşlara yol açacağına inanıyordu. Oksijenin kâşifi Ünitaryen Joseph Priestley filojiston teorisini savunurken Alfred Russel Wallace’ın en hoşlandığı şey ruh çağırma seanslarıydı. Bilimsel yöntemle daha genel anlamda “hümanizm” içindeki kuvvetli sentezi –akıla dayanan, fiziksel ve doğal deliller içinde bağlantı kurmaya, rasyonel yaşamın yanı sıra ahlaki yaşamın da en iyi biçimde doğaüstü boyutun var olmadığı varsayımı üzerine kurulabileceği sonucunu çıkarmaya cüret eden sentezi– fakat Albert Einstein’la (ve belki bir de Bertrand Russell’la) yapmaya başladık.

Yakın zamanlarda, kimi bilim insanları (fizikçiler, biyologlar, nörologlar ve diğerleri) ateizm davasının “kamu entelektüellerine” dönüştüler. Özgürce bilimsel araştırma yapma genel ilkesiyle birlikte bu özgürlükten yararlanacak ve bu özgürlüğü destekleyecek toplumun yobazlığın, cehaletin ve terörizmin saldırılarına karşı savunulmasının manalı olduğuna inanan bu entelektüeller alakalı oldukları disiplinlerin sınırlarını aştılar. Oxford’dan göz alıcı Richard Dawkins’ten İslamabadlı cesur Pervez Hoodboy’a kadar uzanan bu gönüllüler aracılığıyla insan aklını hiçe sayan yaratılışçılık saçmalığının okullara zorla sokulmasına ve bilime tek ilginin “inanç temelli” şiddet için teknoloji hırsızlığına indirgenmesine karşı geniş çaplı bir kültürel direnç dünyaya geldi. Bu bireylerden pek çoğunun olduğu bir konferansın “inançlılarla” tartışma tecrübelerinin dökümlerinde karşı tarafın dişe dokunur tek bir iddiası olduğunu gördüm. Bu da “Neden hiçbir şey değil de bir şey var?” sorusuyla, bu soruya eşlik eden fizik ve doğa yasalarının bir biçimde yaşam için en uygun şartları olabilecek kılacak biçimde “ince ayarlanmış” olduğu önermesiydi. Bu “argüman”a ilk defa 1993’te yayına giren Credible Christianity: Gospel in Contemporary Culture [İnanılır Hıristiyanlık: Çağdaş Kültürde İncil] adlı bir kitapta rastlamıştım. Kitabın yazarı biraz tanıdığım ve sevdiğim İngiltere Kilisesi’nin kıdemli piskoposlarından Hugh Montefiore adlı bir kişiydi. Montefiore, çocukluğunda karşısında belirip, “Peşimden Gel,” diyen beyaz cübbeli bir adam yüzünden Musevilik’ten Hıristiyanlığa geçmişti. Piskopos konuyu şöyle dile getiriyordu: Mesela, bir atomun çekirdeğini bir arada tutan güç yalnızca yüzde iki daha fazla olsaydı evren toptan infilak ederdi; biraz daha zayıf olsaydı, yıldızların yanmasını sağlayan nükleer füzyon gerçekleşmezdi. İnançlının gözlerine Yaratan’ın bilgeliğinin ve inayetinin işaretlerini veren böyle bir çok örnek mevcuttur. Victor Stenger kitabının 5. Bölümünde ilk kez William Paley’in Natural Theology adlı eserinde çok daha dünyevi terimlerle ortaya koyduğu bu eski “tasarımdan kalkan ispatlama”nın güncellenmesine yönelik girişimi ayrıntılı bir biçimde çürütüyor. Aslını söylemek gerekirse burada hadiselerin bilimsel ve doğaüstü açıklamalarının “örtüşmez” olmaktan çok birbirleriyle örtüştüğü, çeliştiği, bağdaşmadığı ve uyuşmadığı iyice açığa çıkıyor. Victor Stenger’ın Tanrı hipotezinin kesinlikle itibar edilemeyecek bir görüş olduğu yönündeki savına ben de birkaç ekleme –aslında başkalarının çalışmalarından uyarlamalar demek daha doğru– yapayım. Bir anlığına hipotezi olduğu gibi kabul edelim.

Edwin Hubble, evrenin “büyük patlama”daki başlangıç noktasından dışa doğru genişlediğini çok önce göstermişti. “Kırmızı ışık” delilinin bu savın gerçekten doğru olduğunu gösterdiğine ikna olan bilimsel topluluk, belki Newtoncu nedenlerle, bu genişlemenin zamanla yavaşlayıp duracağını düşündü. Oysa bugün, tıpkı Lawrence Krauss’un öngördüğü gibi, evrenin git gide git gide artan bir hızla genleşmeye sürdüği ortaya çıkmıştır. Bu buluşun mühim sonuçlarından biri, günün birinde dönen galaksilerde “büyük patlamanın” yaşandığine dair gözlemlenecek hiçbir şeyin kalmayacak olmasıdır. Bunun yanı sıra geceleri çıplak gözle hâlâ basit bir şekilde gözlemlenebilen Andromeda galaksisi doğrudan galaksimize doğru ilerlemektedir ve beş milyar yıl içinde galaksimize çarpacaktır. Ne şekil bir “ince ayardır” bu? (Belki minik güneş sistemi “mahallemizdeki” diğer gezegenleri yaşanamayacak denli sıcak yahut soğuk kılan da aynı ayardır.) Neyse… En azından bu, bizim ufacık “bir şeyimizden” nasıl “hiçliğin” çıkmaya hazırlandığının iyi bir ispatıdır. Bu kez tamamen başka bir taraftan, yine son birkaç yılda öğrendiğimiz bir başka bilimsel bilgi ve keşiften örnek verelim. İnsan genomunun haritasının çıkarılmasından beri ortak atalarımızın altmış bin yıl kadar önce Afrika’dan ayrıldığını ve hepimizin bunu ispatlayan genetik izleri taşıdığını bilinmekte. National Geographic’ in Genografik Projesi’nin yöneticisi Spencer Wells’in bir denemesinden aldığım şu parçayı okuyalım: Bu göçleri başlatan neydi? Göründüğü kadarıyla günümüzün büyük tehdidi iklim değişiklikleri türümüzün başına tarih boyunca dert olmuştur. Yetmiş bin yıl önce gezegenimizin kuzey bölümündeki buzlanma bugünkü New York-Seattle hizasına kadar inmişti; bu son Buzul Çağı’ydı. Bu arada türümüz, Homo Sapiens, hâlâ Afrika’da yaşıyordu ve pek evcimendi. Lakin sinsice sokulan Buzul Çağı, belki Sumatra’daki Toba adlı süper-yanardağın patlamasıyla da birleşerek tropik bölgeleri kuruttu ve insan nüfusunun onda birini yok etti. Homo Sapiens’in izini fosiller aracılığıyla 200.000 yıl öncesine dek sürülebilinmekte, ama 80.

000 ila 50.000 yıl öncesine dair fosil izi bulmak son derece güçtür. Genetik veriler bu sürede insan nüfusunun 2.000’e kadar indiğine işaret etmektedir. Yanlış duymadınız 2.000 – bugün birden fazla konser salonuna rahatça sığabilecek kadar. Kısa olaraksı, soyumuz tükenmek üzereydi… Bu ürkütücü buluşu biraz düşünün. Aslını söylemek gerekirse bunu sindirmenin ve analiz etmenin yalnızca iki yolu var. Birincisi, iki bin birinin yaşamayı başarıp kaçmasını ve dört kıtaya yayılarak çoğalmasını mucizeye bağlamak, yani hiçbir taş tablete yahut papirüse yazılmamış bir tür Exodus (Çıkış) öyküsüne inanmaktır. İkincisiyse, kısa süre öncesine kadar bilmediğimiz bir gerçeği, yani gezegenimiz üzerinde yaşamış tüm türlerin hemen hemen yüzde doksan dokuzunun soyunun tükendiğini hatırlamaktır. Bunu aklımızda tutarsak, mucizelerin sahibinin (Piskopos Montefiore’nin çok güzel dile getirdiği gibi “Yaratan’ın bilgeliği ve inayeti”nin), buz tabakalarıyla Sumatra’daki süper-yanardağ patlamasının da yaratıcısı olduğunu ve onun gözde türünün nüfusu iki binlere düşene dek harekete geçmediğini aktarabiliriz. İşte “ince ayar” diye buna denir! Bunun bunun yanı sıra insanın hayatta kalmasını sağlamak maksadıyla bi hayli tehlikeli, dolambaçlı, etkisiz ve yetersiz (ve bir ölçüde zalimce) bir yöntem olduğu da düşünülebilir. Başka bir deyişle, bu tanrı merkezli “hipotezlerin” hiçbiri, ilk “tasarım” ispatlamalarının yanılgısını yeniden üretmekten öteye gidemiyor. Bunun yanı sıra bilim ve teknikte kaydettiğimiz ilerlemeler bu çabaları daha acımasız ve kuşkucu bir bakışla incelememizi sağlıyor. Artık türümüzün yaşını kabaca bilinmekte.

Richard Dawkins’e göre bu iki yüz elli bin yıl kadardır, İnsan Genomu Projesi’nin yöneticisi, son derece tatlı, C. S. Lewis hayranı Francis Collins’in tahminine göre ise yüz bin yıl kadar. Biz küçüğünü kabullenerek onu vahyin doğruluğunu örneklemekte kullanalım. Bu modele göre, türümüz yaşandıktan sonraki on binlerce yılı gezegenimizin yaşamaya uygun ender sığınaklarında can telaşıyla geçirmiştir. Yaşam uzunluğu mu dediniz? En fazla yirmi, otuz yıl… Çocuk ölümleri? Hayli yüksek… Diş çürüğü yahut dizanteriden ölüm? Sıradan şeyler… Mikroorganizma terörü? Had safhada… Deprem, yanardağ, sel yüzünden ölüm korkusu? Her daim mevcut; üstelik cehaletle katlanıyor… Yiyecek ve toprak için kabile savaşları? Sürekli ve kanlı… Din? Bilmiyoruz ama olabileceken enteresan putlara insan yahut hayvan kurban etmeler … Ve Tanrı, en az doksan beş bin yıl boyunca kollarını kavuşturmuş bunları seyrediyor! Çocukların ve masumların ölümlerini, acılarını, sefilliğini kılını kıpırdatmadan izliyor! Soykırıma varan şiddeti, sahte tanrılara tapınmayı hiç saymıyoruz bile! Ve sonunda, (evrim için ufak bir an ama korku içinde yaşayan memeliler için çok uzun olan doksan beş bin yılın sonunda) müdahale etmeye karar veriyor. Nasıl mı? Doğrudan vahiyle. Nerede? Ortadoğu’nun geri kalmış ve cahil kesimlerinde! Dediğim gibi, isteğe göre inanmakta serbestsiniz, ama inanacağınız şey tam da budur. Bilim, çok yakın bir döneme kadar inancın saçma sonuçlarını bu derece açık gösterememişti. Her durumda, Victor Stenger’ın bu harika kitabının en başında da dile getirdiği gibi, deist olmakla teist olmak içinde büyük bir fark mevcuttur. İsterseniz doğanın gözlemlenebilir süreçlerinin hiçbirinin bir ilk hareket ettirici olmadan işleyemeyeceğine inanmaya devam edebilirsiniz. Ama heyhat, dindar kişi olarak esas iş hâlâ önünüzde durmaktadır. Bu ilk hareket ettirici yahut ilk sebepten kiminle yattığınızla, ne tükettiğinizle, hangi kutsal günlere uyduğunuzla yahut kendinizin (veya çocuğunuzun) cinsel organını kesmenizle ilgilenen bir ilaha nasıl varabilirsiniz? Büyük başlangıcın büyük patlamasından intihar bombacısının ufak patlamasına varmak hâlâ oldukça önemli adımdır. Bu adımın nasıl atıldığını açıklamanın yanına bile yaklaşabilen halen çıkmadı. Aslını söylemek gerekirse birilerinin çıkma olasılığı da son derece düşük.

Bunun nedeniyse kolay bir şekilde: Artık elimizde olaylara dair daha net, daha etkileyici ve daha iyi açıklamalar var. Daha güzel, zarif ve uygun olmalarını saymıyorum bile. Olgularla yüzleşmek çaresizliğe ve nihilizme teslim olmak değildir. Dünyanın sona ereceğini, hatta nasıl sona ereceğini bile bilinmekte, ama bunu özlemle beklemek ve bunda bir kurtuluş görmek yalnızca dindarlara mahsus. Günümüzün sorusu, geçmiş çağlarda karşılaşılan soruyla aynıdır. Nasıl iyi yaşarız ve erdemi nasıl bilebiliriz? İlksel cehaletin geçtiğimiz binsenesinde düzen arayışındaki primatlar bu soruya totaliter bir çözüm önerdiler ve bütün sorumluluğu hem korkulmayı hem sevilmeyi talep eden bir ulu diktatörün üstüne yıktılar. İnsanlığın kurtuluşunun tarihi, bu kötücül mitten ve ondan yararlanma peşinde koşan (ve hâlâ koşmaya devam eden) hırslı primatlardan kurtuluşunun öyküsüdür. Bu kurtuluşa, filozoflardan mizahçılara kadar birden fazla güç katkıda bulunmuştur, ama belki de en büyük borcumuz insan ve doğa bilimcilerinedir… Ve Victor Stenger, bu yolda takdir etmemiz gerekenlerin başında gelmektedir.

Victor J. Stenger – Başarısız Hipotez Tanrı PDF indir Tıklayın

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu