PDF

Murat Çizakça – Demokrasi Arayışında Türkiye PDF Oku indir

Murat Çizakça – Demokrasi Arayışında Türkiye PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Murat Çizakça – Demokrasi Arayışında Türkiye kitabını araştırdık. Ayrıca Murat Çizakça tarafından kaleme alınan Murat Çizakça – Demokrasi Arayışında Türkiye kitap özetinin yanı sıra, Murat Çizakça – Demokrasi Arayışında Türkiye pdf oku, Murat Çizakça – Demokrasi Arayışında Türkiye yandex, Murat Çizakça – Demokrasi Arayışında Türkiye e-kitap pdf, Murat Çizakça – Demokrasi Arayışında Türkiye PDF Drive, Murat Çizakça – Demokrasi Arayışında Türkiye Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.

Murat Çizakça – Demokrasi Arayışında Türkiye PDF indir Oku

Bu kitabın ana konusunu oluşturan demokrasinin çok eski ve enteresan bir tarihi mevcuttur. Nitekim, Avrupa’nın demokratikleşmesi çok eskilerden, Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından bu güne kadar, gelen bir zamantir. Bazı kuramların yüzseneler süren evrimini içeren ve dalgalanmalarla devam eden bu süreç, 20. yüzyılda çok hızlanmış, yüz milyona yakın insanın ölümüne neden olan kanlı boyutlara ulaşmış, Berlin duvarı’nın çöküşü, ardından da Yugoslavya diktatörü Miloseviç’in yakalanmasıyla son bulmuştur. Gerçekten de İkinci Dünya Savaşı’m ve ardından gelen Soğuk Savaş’ı Avrupa’nın demokratikleşme sürecinin son aşamaları olarak görmek gerekir. Bütün bu trajik hadiselerin neticesinde bu eski kıt’anın hemen hemen tümü yüzyılın sonunda, demokrasiye kavuşmuştur. 1 Lakin, İkiz Kuleler’in ve Pentagon’un bir kısmının yıkılmasıyla 21. yüzyılda başlayan yeni savaş, az önce belirtmiş olduğum sürecin halen sona ermediğini gösterir. Burada söz konusu olan, demokratikleşme sürecinin Avrupa’dan sonra Asya’ya, özellikle de İslam dünyası’na, yayılmasıdır. Kanımca, 21. yüzyılın gündemi budur. Biz bu kitapta Türkiye üzerinde odaklaşacak, ve İslam dünyasının bu, belki de en mühim ülkesinde, İslam ve demokrasi ikilemini inceleyeceğiz. 21. yüzyılın bu çiçeği burnunda gündeminde Türkiye’nin önemi, demokratikleşme sürecini ilk başlatan ve bu yolda en fazla mesafe katetmiş Müslüman ülke olmasından kaynaklanmaktadır. Gerçekten de, İslam dünyasında, belki Türkiye hariç, tek bir demokrasi yoktur.

Bu durum, İslam dininin demokrasiye karşı olduğundan mı, yoksa, tarihsel nedenlerden mi kaynaklanmaktadır? İslam dünyası niçin Batı’nın gerisinde kalmıştır? Halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede, liberal demokrasi uygulansa, ülke, demokrasiyi araç gibi tercih ederek iktidara gelen radikal İslamcıların eline geçer mi? Dindar/demokratlar ile radikal İslamcıları birbirinden ayıran unsurlar nelerdir? Laiklerle dindar/demokratların birbirlerine güvenmediği ülkemizde, hele bu son olaylardan sonra, dindar/demokratlar iktidara gelebilirler mi? Gelirlerse, bunların oluşturacağı bir hükümetin programı ne olabilir? Bu kitapta bu soruların cevabını bulacaksınız. Ülkemizde son senelerda laikler ve demokrasiye inanan dindar/demokratlar içinde giderek git gide artan bir güvensizlik hüküm sürmekte. Oysa, hepimiz Cumhuriyet çocuğuyuz ve halkının büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Dolayısıyla, laiklik de, Müslümanlık da kişiliğimizin birbirinden kopmayan, ayrılamayan unsurlarıdır. En azından öyle olması gerekir. Oysa, ülkemizde laik, demokrat ve de, bunun yanı sıra, İslâmiyet’e saygılı olmak artık olağan ve kolay bir şey değil. Çünkü, ne yazık ki, kişiliğimizin bu birbirinden ayrılamaz parçaları çoğumuza çelişkili kavramlar gibi gelmeye başladı. Bu kutuplaşmış kalıplar çerçevesinde düşünenlere göre, ya laiksinizdir, veya Müslüman, ya “onlardan”sınız veya “biz”den. Bu düşünce tarzı, ülkeyi düşman kamplara böldü. Bu bölünme, demokrasiyi engelledi. Siyasetteki istikrarsızlık da askeri müdahalelere yol açtı. Sonuçta ekonomi de bu depremlerden tabii ki etkilendi ve bugün krizlerin birbirini takip ettiği, siyasi istikrarsızlık bundan dolayı bir türlü yeterli yabancı sermaye çekemeyen, OECD’nin, en iyimser hesaplamalarla dahi, en yoksul ülkesi haline düştük. 2 Bu yoksullik ve uygulanan yanlış politikalar neticesinde insanlarımız da mutsuz oldu. Bu mutsuzluk, UNDP’nin 3 her sene paylaştığı İnsanî Gelişmişlik Raporları’nda da ortaya çıkmakta. Nitekim, bu sene yayına giren son raporda Türkiye 162 ülke içinde 82.

sırada. Avrupa’da, Arnavutluk dışında, bizden geri olan yok. Arnavutluk ise bizi yalnızca üç basamak geriden takip ediyor. Avrupa Birliği’nin İnsanî gelişmişlik yönünden en kötü ülkesi Portekiz ise bizden fazla önlerde, 28. sırada (Karakaş, 2001). Dahası, yalnızca insan haklarının ve özgürlüklerin kısıtlandığı bir ülke olmakla kalmadık, ekonomik özgürlüğümüz de sınırlandı. Kuramlarımız ve uyguladığımız ekonomik politikalar neticesinde, ekonomik özgürlük kriterlerine göre de “en az hür” ülkelere verilen A üzerinden F puanına lâyık görüldük. Daha da kötüsü, bütün ülkeler ekonomik özgürlüklerini arttırmaya çalışırken, Türkiye’nin bu husustaki performansı giderek gerilemekte… (J. Gwartney, et.all, 1996: 65). Özgür ülkelerin en bi hayli hızlı büyüyen, en gelişmiş ülkeler olduğu ve özgürlüklerle ekonomik gelişme içindeki pozitif ilişkinin Nobel ödülü almış iktisatçılar tarafından defalarca vurgulandığı göz önüne alınırsa, uyguladığımız politikaların, kendi kendimizi devamlı kısıtlamamızın, bizi doğrudan doğruya yoksulleştirdiği sonucuna da rahatlıkla varabiliriz. Hepimiz, hızla ve radikal bir biçimde değişmemiz gerektiğinin farkındayız. Ama ne yönde ve nasıl? Bu sorunun cevabını Atatürk, “muasır medeniyet” düzeysine çıkmamızı hedefleyerek çok önceden vermişti. Günümüzün diliyle, “çağdaş uygarlık”, diye bilinen bu kavramın, esas olarak, demokrasi, insan hakları ve pazar ekonomisi üçlüsünden oluştuğu artık bilinmektedir ve bu güncel tanım Birleşik Avrupa için Paris Anlaşması (Charter of Paris for a United Europe) belgesinde de açıkça ortaya konmuştur (Toprak, 1996: 11:98). Burada Atatürk’ün daha az bilinen bir diğer sözüne de değinmek gerekir: “Ülkeler farklı olabilirler, fakat uygarlık tektir.

Bir ülkenin gelişebilmesi için de o uygarlığın içinde yer alması gerekir” (Beller Hann and Hann, 2001: 214). Madem ki o uygarlığın içinde yer alabilmek için gereken şartlar, o uygarlığın kendisi tarafından, açıkça ortaya konulmuştur, o halde gerçek Atatürkçülüğün yolu da demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisinden geçer. Bu üçlüden, yani demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisinden, gerçekleşmesi en zor olanı liberal demokrasidir. Zira, ne tarih boyunca ne de şimdilerde gerçek demokrasi ile yönetilen bir Müslüman ülke görülmemiştir. Eğer bunu yapabilirsek, biz gerçekleştireceğiz. 4 Bu kitabın ana tezi de budur. Az önce kullandığım “biz” sözcüğü, laiklerin yanı sıra, onlar kadar toplumda söz sahibi olmayı amacında olan dindar/demokratları da içermektedir. Kitabın muhataplarından olan dindar/demokratların 5 tarifini yapmak gerekir. Her şeyden önce, dindar/demokratlar, demokrasinin nimetlerinden faydalanıp, takiye yaparak, iktidara gelmeyi, iktidara gelince de, bir sonraki seçimleri kaybetseler de, iktidardan ayrılmamayı hesaplayan insanlar değildirler. Dindar/demokratlar, seçimle iktidara gelip, seçimle iktidardan ayrılmayı benimsemiş, demokrasiye yürekten bağlanmış, dindar bireylerdir. Bu bireylerin Türkiye’de siyaset sahnesinde doğru dürüst temsil edilmediklerini düşünüyorum. Şimdiye kadar çeşitli isimler altında kurulan, ve teker teker kapatılan birden çok İslâmcı partinin demokrasiyi tam anlamıyla benimsemiş oldukları hususunda, herkes gibi benim de, ciddî şüphelerim var. Nitekim, Refah Partisi’nin demokrasiye inandığını düşünenler, halkımızın yalnızca %29’unu, inanmadığını düşünenler de %42.4’ünü oluşturmaktadırlar. “Bu parti fırsat bulsa, Türkiye’de din devleti oluşturacaktı” diyenlerin oranıysa bi hayli yüksek, %49.

8’dir (Çarkolu ve Toprak, 2000: 20). En azından, bu partiler, Çarkoğlu ve Toprak’ın incelemelerindan da görüldüğü gibi, vatandaşa demokrasiyi gerçek anlamda benimsemiş oldukları izlenimini vermediler. Bu, onların ciddî bir eksikliğidir. Bu bağlamda Daniel Brumberg’in siyasal İslam’ı üç kategoriye ayırdığını hatırlamakta yarar mevcuttur. Bunlar: 1. Radikal yahut militan kökten dincilik (radical or militant fundamentalism) 2. Esnek kökten dincilik (moderate fundamentalism), ve nihayet 3. Liberal İslam’dır (Islamic liberalism). Militan kökten dinciliğin hedefi bir İslam devleti kurmak ve bunu ülkeye zorla, silah gücüyle, kabul ettirmektir. Kısa olaraksı, bu grubun demokrasiyle yakında zamandan yahut uzaktan ilgisi yoktur. İkinci grup, esnek kökten dincilik, daha karmaşıktır. Bunlar da hedef olarak bir İslam devleti kurmayı benimsemişlerse de, metotları daha esnektir. Bu grup, güç kullanma yerine, seçimlerle iktidara gelmeyi tercih eder. Lakin bu yöntem farklılığına rağmen, bu grup da baskıcı ve otorite yanlısı olup demokratik değildir. Nitekim, takiye yapıp iktidara seçimle geldikten sonra bir sonraki seçimleri kaybetse de iktidardan ayrılmayacağından korkulan da bu gruptur.

Demokratik olmamaları bundan dolayı bu iki grup da kitabımızın kapsamı dışında kalmaktadır. 6 Bizi bu kitapta asıl ilgilendiren, dindar/demokratlar olarak nitelendirmiş olduğumuz, Brumberg’in üçüncü kategorisi, yani, liberal İslam’dır. Bunların hedefi bir İslam devleti kurmak değil, laik ve çoğulcu bir düzende “diğer”leriyle birlikte yaşamak ve bu arada vicdan özgürlüğünü genişletmektir (Öniş, 2001: 283). Bunun yanı sıra Öniş’in Refah Partisi’ni ikinci gruba, Fazilet Partisi’nin “yenilikçiler” grubunu da üçüncü kategoriye yerleştirdiğini söylemekte yarar var. Böylelikle Öniş, askerî baskıların olumlu bir sonuç doğurduğunu ve siyasal İslam’da kuvvetli bir liberalleşme akımına yol açtığına işaret etmektedir (Öniş, 2001: 288-292). Lakin, Fazilet Partisi önderi Erdoğan’ın özgürlükleri kısıtlayıcı nitelikteki konuşmaları bu husustaki endişeleri sürdürmekte ve Öniş’in vardığı sonuca gölge düşürmektedir. Bunun yanı sıra hem dindar, hem laik, hem de demokrat olan ve sayıları belki de milyonları bulan insanlarımız da mevcuttur. Bu kitapta önerilen uzlaşmayı gerçekte kendi kişiliklerinde gerçekleştirmiş olanlar da bu insanlarımızdır. Bu noktada dindar/demokratları niçin özgün bir gurup olarak bu kitapta ele aldığım sorgulanabilir. Nitekim, diğer partilere oy veren milyonlarca vatandaşımız da hem Müslüman hem de demokrattırlar. Aradaki fark, dindar/demokratların İslamiyeti günlük yaşamlarında uygulamak istemelerinden kaynaklanır. Lakin bu bireyler, yaşadıkları ülkenin ve ekonomik düzeninin İslamiyet’in temel öğretilerinden esinlenmesini ve bunun modern çağın gereğince günlük hayata yansımasını arzu ederken, din devleti peşinde değillerdir. Bunlarla diğer iki gurup içindeki tâyin edici değişiklik, demokrasiye bağlılıktan kaynaklanmaktadır. Kökten dinciler şer’i düzen’in en üstün düzen olduğunu ve bir kez iktidara gelince bir daha asla iktidardan ayrılmaması gerektiğini ileri sürerken, dindar/demokratlar, adı ne olursa olsun, iktidardan ayrılmayı red eden bir sistemin diktatörlük olduğunu kabul ederler. Dindar/demokratlar böyle bir diktatörlük peşinde değillerdir ve seçimle geldikleri iktidardan gene seçimle ayrılmayı baştan kabul ederler.

îki gurup içindeki bir diğer mühim değişiklik da hukuk sistemine yöneliktir. Kökten dinciler mevcut hukuk sisteminin değiştirilmesini isterken, dindar/demokratlar, bu kitapta kullanacağımız terimle, bir “hukuk kayması” peşinde değillerdir. Kökten dincilerin öngördüğü biçimde bir “hukuk kayması”nın neden ekonomik açıdan olabilecek olamayacağına ilerde bunun yanı sıra değineceğim. Bu kitap üç bölümden buluşmaktedir. Birinci bölümde, üç tez öne sürülecektir: a. Sermaye birikiminin ardındaki en mühim olgulardan biri kumruların evrimidir. b. Kuramların evrimi ise en bi hayli hızlı biçimde demokratik ülkelerde gerçekleşir. c. Bu nedenlerden dolayı, gerçek demokrasi, ekonomik büyüme ve kalkınmanın ardındaki en mühim unsurlardan biri olma özelliğini taşır. Kitabın ikinci bölümünde, halkının büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkemizde, gerçek demokrasinin nasıl oluşturulacağı, bu zor sorunun nasıl çözüleceği anlatılacaktır. Kitabın son bölümünde ise demokrasi sorununin çözüleceği ve dindar/demokratların günün birinde seçimlerle iktidara geleceği varsayımından hareketle, bu iktidarın, hem kendisine oy veren Müslümanların vicdanlarını rahatlatmak hem de çağdaş Türkiye’nin ekonomik poblemlerinı çözmek maksadıyla izlemesi olabilecek olan politikalar gözden geçirilecektir. Kitabın giriş bölümünde Batıkların Türkiye’nin gerçek demokrasiye ulaşması ve insan hakları hususunda ne denli ısrarcı olduklarını, ve bu hedeflere ulaşamadığımız takdirde Avrupa Birliği’nin kapılarının açılmayacağını kesinlikle açıkladıklerini belirtmiştim. Alman milletvekili Kari Lamers ile yapmış olduğum konuşmadan bu yana, Avrupa Birliği ile yapılan tüm resmi görüşmelerde de aynı ilkeler vurgulanmakta ve bu konu devamlı olarak doğrulanmaktadır. Batılı devletlerin bu konularda neden bu denli ısrarcı olduğunu anlamak için, demokrasiyi doğru dürüst tarif etmek, bu sistemin insanlığa neler kazandırdığı hususunda kesin bilgi sahibi olmak gerekir.

Ayrıca, bu konu üzerinde ne kadar bilgi sahibi olursak demokrasi zıtı söz etmek de o kadar zorlaşır. Zira, içimizde halâ demokrasinin erdemini anlayamamış çok sayıda vatandaşımız mevcuttur. 2. Demokrasinin Tarifi: Demokrasinin kısaca tarifi şöyledir: Eğer bir devlette yürütme erkinin önderleri ile yasama organının, yani Parlamento’nun, üyeleri rekabetçi ve hile karıştırılmamış seçimlerde belirleniyorsa, bu seçimlerde en az iki bağımsız parti rekabet ediyorsa, bu partiler serbestçe çalışabiliyor, kapatılmıyor yahut kapatılmayla tehdit edilmiyorlarsa, bunun yanı sıra nüfusun en az yarısı seçimlerde oy veriyor ve iktidarın seçimle en az bir kere el değiştirdiği saptanıyorsa, o ülke demokratiktir (Ahlmark, 1998- 99:186). Ahlmark’dan aldığım bu tarife, italik harflerle yazılmış partilerin serbestçe çalışmaları ve kapatılmamaları şartını ben ekledim. Zira, gerçek demokrasi olmadı ı gösterilen ülkemizin bu kategoriye sokulmasının en mühim nedeni, sürekli olarak görülen parti kapatmaları ve bu yolla milyonlarca vatandaşımızın oylarının bir kalemde politik sistem dışına atılmasıdır (Göçek, 2000). Demokrasiyi korumak maksadıyla bazı partilerin kapatılmaları, gerçek demokrasilerde çok nadir yahut hiç görünmeyen olaylardır. Ayrıca, çeşitli tuzaklarla halkın arzu ve tercihlerinin Parlamento’ya yansımasını önleyen seçim yasaları da hukuka aykırıdır (Selçuk, 1999 a: 27). Ülkemizde de, parti kapatmadan demokrasiyi korumak bazı basit metotlarla pekâla olabilecekdür, ve bu yöntemler siyaset bilimcileri tarafından gayet iyi bilinmektedir (Öniş, 2001: 294). Bu konuya ilerde tekrar değinecek ve bu amaçla geliştirdiğim kendi metotlarımi de sunacağım. Aslını söylemek gerekirse, tarif halâ tam değildir. Yukarıdaki kriterlere bunun yanı sıra, demokrasinin ön şartları olan hukuk devleti, laiklik, özel mülkiyet, bağımsız mahkemeler, fikir özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, kültürel haklar ve silahlı kuvvetlerin seçilmiş otoritenin emrine tâbi olması gibi birbirinden mühim kriter ve ilkeleri de dahil etmek gerekir. 7 8 Görüldüğü gibi, bir ülkede gerçek demokrasiyi kurmak hiç de kolay olmayıp bu şartların hepsinin gerçekleştirilmesi gerekir. Bu saptamaları ve tarifi yaptıktan sonra, şimdi, tekrar demokrasinin bir ülkeye neler kazandırdıklarına dönelim. Bunu anlamak da, demokrasinin zıtlarına bakarak olabilecekdür.

3. Demokrasinin Karşıtları: a. Savaş Önce demokrasi ile savaşlar içindeki ilişkiye bakalım. 1816-1991 içindeki tüm savaşlara bakıldığında, bu 175 yıllık zamanda 353 “çift” ülkenin birbirleriyle 70 savaş yapmış oldukları saptanmış. Savaşan bu “çift”lere bakıldığında ise, demokratik olmayan bir ülkenin demokratik olmayan başka bir ülkeyle 198 kez savaştığı; bir demokrasinin, demokratik olmayan bir ülkeyle 155 kez savaştığı; demokratik bir ülkenin bir diğer demokrasiyle ise SIFIR kez çarpıştığı saptanmıştır. Son iki dünya savaşma bakarsak, bu savaşlarda 33 bağımsız ülke savaştı. Bunlardan yalnızca 10 adeti demokrasiydi ve bunlar birbirleriyle hiç savaşmadılar. Demokrasilerin birbirleriyle savaşmadıkları çok mühim bir saptamadır. Bu gerçeğin en mühim nedeni, demokrasilerde savaşı önleyen yapısal ve kurumsal etkenlerin var olmasıdır. Demokratik bir devlette görülen kuvvetler ayrımı, karşılıklı yetki ve sorumlulukların sınırlandırılması (checks and balances) savaş halinin Parlamento kararıyla uzun uzadıya tartışıldıktan sonra ilân edilebilmesi mühim kurumsal etkenlerdir. Ve bundan dolayır bundan dolayıdır ki, bir demokratik devlet hem kolay kolay sürpriz saldırıya geçmez, hem de, karşısındaki hasmı da bir demokratik devlet ise, sürpriz saldırı beklemez. Kısa olaraksı, demokratik bir ülkede savaş ilân etmek için gereken halk desteğini sağlamak uzun ve zor bir iştir. Belki hepsinden de mühimsi, kendi içinde bir uzlaşma rejimi olan demokrasi, başka ülkelerle olan ilişkisini de bu kavram üzerine bina ettiği için, uzlaşma demokratik ülkeler içindeki ilişkilerde de belirleyici faktör olmaktadır. b. Katliam 1900-1987 senelerı içinde 170 milyon insanın politik nedenlerle ve savaş alanları dışında öldürüldükleri saptanmıştır.

Bunlardan yalnızca iki milyonunun demokrasiler tarafından İkinci Dünya Savaşı sırasında müttefiklerin bombaladıkları Dresden, Hamburg, Hiroşima ve Nagazaki’de hayatlarını kaybeden siviller oldukları bilinmektedir. Böylelikle katliamların %98-99’unu diktatörlüklerin gerçekleştirmiş olduğu görülmektedir. Nitekim Sovyetler Birliği’nin 62 milyon, Komünist Çin’in 35 milyon, Nazi Almanya’sının ise 21 milyon silahsız insanı savaş alanlarının dışında öldürdükleri saptanmıştır. Savaş ardından Pol Pot ve Kızıl Khmer’ler ise katledilen bireylerin toplam nüfus’a oranı hususunda rekor kırarak, Kamboçya’da 3.5 yıl içinde yedi milyonluk nüfusun iki milyonunu katlettiler. En bi hayli hızlı katliam ise Rwanda’da gerçekleşti: üç ay içinde yedi milyon nüfusun bir milyona yakını katledildi (Ahlmark, 1998/99: 192). Komünist rejimlerin toplam katliamlarına bakarsak, bu sürede 110 milyon kişi ile toplam cinayetlerin üçte ikisi bu rejimler tarafından geçekleştirildi. Komünist rejimlerin nasıl olup da böylesine gaddar olabildikleri sorusuna gelince, siyaset bilimcileri bize birbirine bağımlı iki yanıt sağlamaktadırlar: a. Bu rejimlerde devlet tüm ekonomik ve siyasi gücü elinde toplar b. B öylece devlet kendisine rakip olabilecek yahut faaliyetlerini kontrol edebilecek, sivil toplum kuruluşlarını tamamen devre dışı bırakır. Kısa olaraksı, modern dünyanın en mühim özelliklerinden birisi, demokrasilerde yaşamın kıymeti bilinir ve korunurken, sağyahut sol diktatörlüklerde ise ölümün kol gezdiğidir (Hayek, 1994). Dahası, modern devletin kahredici gücü belirli bir zümrenin elinde ne kadar yoğunlaşırsa ve hürriyetler ne kadar kısıtlanırsa, bu devletin katliam yapma ihtimali o kadar artmaktadır. Yani, kuvvetlerin tek elde yoğunlaşması ve hürriyetlerin kısıtlanması ile ölümcüllük doğru orantılıdır. Yüz yetmiş milyon insanın acımasızca telef edilmesi ise insanlığın modern bir veba salgınına tutulması gibidir. Bu veba’dan kurtulmanın yolu ise yürütme, yasama ve yargı erklerini kesin bir biçimde ayırmak, 9 hukuk devleti’ni kurmak, fikir, vicdan ve teşebbüs hürriyetlerini genişleterek demokrasiyi yerleştirmektir.

c. Kıtlık: Üçüncü dünya ülkelerine mensup bazı sosyal bilimciler, demokrasinin bu ülkeler için bir lüks olup, yoksul ülkelerin asıl dertlerinin aç kalmamak olduğunu ileri sürmüşlerdir. Lakin, 1998 senesinde ekonomi dalında Nobel ödülünü kazanan Amartya Sen’in bulguları bu görüşü tamamen çürütmüştür. Sen’e göre, eğer kıtlığı (famine), sonu yığınların ölümüyle biten aşırı yoksullik olarak nitelersek, 10 2-3 milyon insanın açlıktan öldüğü 1943 Bengal kıtlığı, bölge İngiliz idaresindeyken olmuştu. Oysa, bağımsız ve demokratik Hindistan’da kıtlık hiç görülmemiştir. Mao’nun idaresindeki kıta Çin’inde ise 1958-61 senelerında 30 milyon insanın açlıktan öldüğü tahmin edilmektedir (Sen, 1999). Kıtlıkların tarihi incelendiğinde yaşanan çarpıcı sonuç şudur: serbest basma sahip, bağımsız ve demokrat ülkelerde yığınların açlıktan öldüğü kıtlıklar hiç bir zaman görülmemiştir. Üstelik, burada söz konusu olan yalnızca zengin demokrat ülkeler de değildir. Bağımsızlığını yeni kazanmış Hindistan, Botswana, Zimbabwe gibi nispeten yoksul demokrasilerde de hiç kıtlık olmamıştır. 11 Kıtlıklar ya yabancı ülkeler tarafından yönetilen kolonilerde (İngiliz idaresindeki Hindistan ve İrlanda) veya komünist partisi tarafından yönetilen ülkelerde (Ukrayna 1930, Çin 1958-61, Kamboçya 1970) yahuthut askeri diktatörlüklerce yönetilen ülkelerde (Habeşistan ve Somali) görülmektedir. Günümüzde en ölümcül kıtlıkların görüldüğü ülkeler Kuzey Kore ve Sudan olup, bu ülkelerin ikisi de diktatörlükle yönetilmektedir (Sen, 1999: 16). Lakin, bağımsız, düzenli bir biçimde seçimlere giden, serbestçe çalışabilen muhalefet partileri ve serbest basını olan ülkelerde kıtlık hiç bir zaman görülmemiştir.

Murat Çizakça – Demokrasi Arayışında Türkiye PDF indir Tıklayın

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu