Orhan Pamuk – Ben Bir Ağacım – Seçme Parçalar PDF Oku indir
Orhan Pamuk – Ben Bir Ağacım – Seçme Parçalar PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Orhan Pamuk – Ben Bir Ağacım – Seçme Parçalar kitabını araştırdık. Ayrıca Orhan Pamuk tarafından kaleme alınan Orhan Pamuk – Ben Bir Ağacım – Seçme Parçalar kitap özetinin yanı sıra, Orhan Pamuk – Ben Bir Ağacım – Seçme Parçalar pdf oku, Orhan Pamuk – Ben Bir Ağacım – Seçme Parçalar yandex, Orhan Pamuk – Ben Bir Ağacım – Seçme Parçalar e-kitap pdf, Orhan Pamuk – Ben Bir Ağacım – Seçme Parçalar PDF Drive, Orhan Pamuk – Ben Bir Ağacım – Seçme Parçalar Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Orhan Pamuk – Ben Bir Ağacım – Seçme Parçalar PDF indir Oku
Bu ufak kitabın kalbinde ile ilgili hayaller kurmaktan hoşlandığım iki konu var: Tarihin esrarlı yüzü ve çocukluk ve öğrencilik senelerının anıları. Romanlarımda, düzyazılarımda bu iki kaynağa hep geri döndüm. Her seferinde de iki konunun kafamda iç içe geçtiğini hissettim. Yani: Tarihin çocuksu yanı ile çocukluğun tarihsel yanı. Tarihin çocuksu yanından kastettiğim: Tarihte şimdi yaşadığımızdan çok daha yalın, temel ve kuvvetli hayaller bulabilmektir. En azından böyle bir inanca kapılmaktır. Eski olaylar, şeyler, ilişkiler bizler için gölgeler içindedirler belki, ama şimdi yaşadığımızdan çok daha basit bir dünyaveya aittiler. Böylesine basit bir dünyayı sürekli olarak özlemesek bile, sürekli olarak düşlüyoruz. Bir ağacı konuşturmak, bir celladı anlamak, âşık bir padişahın kıskançlığını görmek daha kolaydı eskiden. Bu kolaylık yazıya bir güç, okura da anlama ve hayal etme zevki verir. Bu kitapta şuana dek yazdığım sayfalardan en kolay anlaşılabilir ve en kuvvetli olanları seçmeye çalıştım. Kolay anlaşılmak ve kuvvetli söz her zaman yan yana gelmez. Bir de çocukluğun tarihsel ve toplumsal yanı var. Hepimiz çocukluğumuzun güzel yönlerini şiirsellikle hatırlamaktan hoşlanırız. Çocukluk anılarımız bu yüzden hafızamızın en itibarlı köşesinde durur.
Buna çocukluğumuzun şiirsel yanı diyelim. Ama çocukluğumuzun bir de toplumsal yanı mevcuttur. Aile anıları, anne-baba kavgaları, ayrılıklar, tükettiğimiz dayaklar, okulda yaşadıklarımız, okula olan sevgimiz ve nefretimiz yaşadığımız toplumun ve ülkenin yapısı ile ilgili da en ince ipuçlarını verir bize. Bütün çabama rağmen uzun zamandır bir türlü bitiremediğim Kafamda Bir Tuhaflık adlı romanımdan bir parçayı (Mevlut’un Ortaokul Yılları) bu toplumsal dürtüyle yayımlıyorum. Dört senedir birlikte yaşadığım sokak satıcısı kahramanım Mevlut da böylece ilk defa okur önüne çıkıyor. İkimiz de çok heyecanlıyız. “Mevlut’un Ortaokul Yılları” ve diğer parçaları bu kitaba alırken, metinlere dokundum. Eski yazılarımı değiştirdim. Cümleler, paragraflar ekledim, kısaltmalar yaptım, başlıklar koydum. Hem bu kitabın bir bütün olmasını istediğim için, hem de –itiraf edeyim– çok sevdiğim bu parçalarla oynamaktan hâlâ hoşlandığım için. Evet, işte bunlar, benim hemen hemen kırk yılı bulan yazarlık yaşamımın (bana göre) her biri tek başına okunabilecek en güzel sayfalarıdır. Bu kitabın düşüncesini dostum Raşit Çavaş ve genç editör Darmin Hadzibegovic’le bir akşam yemeğinde birlikte geliştirdik. Onlara ve yeni yazarlarını dostlukla karşılayan bütün YKY takımına teşekkür ederim. Temmuz 2013, Büyükada Okura Not: Kim Anlatıyor? Roman ve anılarımdan bu bağımsız parçaları seçer, onları bu kitaba yerleştirirken temel bir soruyla karşı karşıya geldim. Aslını söylemek gerekirse her dikkatli roman okurunun ve her dikkatli romancının bir hikâyenin içindeyken sürekli olarak sorması ve düşünmesi gereken temel sorudur bu: Burada hadiseleri kim görüyor, kim anlatıyor? Bu hikâyede konuşan, anlatan ses kimin? Romancılık, insanın kendi yaşamından başka birinin yaşamı gibi, başkalarının yaşamından da kendi yaşamıymış gibi söz edebilme hüneridir.
Böyle olduğu için de kimin konuştuğunu tam anlamak zordur. Ben çocukluk ve gençliğimde ressam olmak istedim. Çok resim yaptım (bu kitabın kapağındaki ağacı da). Bu tecrübemi, Benim Adım Kırmızı’da 1590’ların İstanbul’undaki ressamları anlatabilmek için kullandım. Ya da 1960’larda Ankara’da bir devlet ilkokulunda okurken ve 1970’lerin sonunda İstanbul’da Baltalimanı’ndaki bir lisede geçici İngilizce öğretmenliği yaparken gördüklerimi satıcı kahramanım Mevlut’un hikâyesine koydum. Ya da başkalarından dinlediğim, hayal ettiğim hikâyeleri bana benzer bir roman kahramanına mal ettim. Ya da birinci tekil şahısla romanlarımda “ben” diye konuşurken, aslında kendimden başka bir birinin kimliğine büründüm. Bu başka kişi de, mesela Kara Kitap’taki köşe yazarı Celâl Salik gibi, romanda bir başka birinin sesiyle bir hikâye anlatmaveya başladı… Bütün bu sesleri, kimlik değiştirmeleri açıklamak için bölümlerin başlarına kimin konuştuğunu gösteren notlar koydum. Gözyaşları içindeki bir erkek niye telâşlandırır bizi? Ağlayan bir kadını, günlük yaşamımızın sıradışı, ama duygulu ve acıklı bir parçası olarak görebilir, içtenlik ve sevgiyle benimseriz onu. Ağlayan bir erkek ise bir çaresizlik duygusuyla doldurur içimizi. Ya dünyanın sonuna gelir gibi yapılabilecek şeylerin sonuna gelmiştir bu adam – mesela bir sevdiğinin ölümünde olduğu gibi. Ya da dünyasında bizimkiyle uyuşmayan bir yan mevcuttur; huzursuz edici, hatta dehşet verici bir yan. Yüz veya surat dediğimiz ve tanıdığımızı sandığımız haritada hiç tanımadığımız bir ülkeye rastgelmenin şaşkınlığını ve dehşetini hepimiz biliriz. Bu hususta, Naima’nın Tarih’inin VI. cildinde ve Mehmet Halife’nin Tarihi Gılmani’sinde anlatılan bir hikâyeye, Edirneli Kadri’nin Cellatlar Tarihi’nde de rastgeldim.
Aşağıdaki gerçek hikâye en fazla Cellatlar Tarihi’nde anlatılanlara yakındır. (Ayrıca bu eski el yazmasının yeni yazıya çevrilip teknik açıdan son derece eğitici fotoğraflarıyle yayımlanmasını Milli Eğitim Bakanlığımızdan bekliyoruz.) Çok değil, üç yüzyıl önce bir bahar gecesi, dönemin en namlı celladı Kara Ömer, atıyla Erzurum Kalesi’ne yaklaşıyordu. On iki gün önce padişah kararı ve Bostancıbaşı’nın görevlendirmesiyle eline tutuşturulan bir fermanla Erzurum Kalesi’ne hükmeden Abdi Paşa’yı idam etmeye yollanmıştı. O mevsimde sıradan bir yolcunun bir ayda alacağı İstanbul-Erzurum yolunu on iki günde aldığı için tatmindu; bahar gecesinin serinliği içinde yorgunluğunu unutmuştu, ama gene de görev öncesi hissetmediği bir durgunluk vardı üzerinde: Sanki işini hakkıyla ve yüzakıyla yapmasını engelleyecek bir lanetin gölgesini veya bir kararsızlığın kuşkusunu hissediyordu. İşi zordu zor olmasına: Hiç tanımadığı ve görmediği bir Paşa’nın adamlarıyla dolu konağına tek başına girecek, fermanı verecek, kendi sarsılmaz varlığı ve güveniyle Abdi Paşa’ya ve çevresine Padişah’ın kararına karşı çıkmanın boşluğunu hissettirecek, ufak bir ihtimal ama, Paşa bu boşluğu hissetmekte gecikirse, hiç vakit geçirmeden ve etrafındakiler suça niyet etmeden onu hemen öldürecekti. Bu işte öylesine işinde uzmanydi ki, hissettiği kararsızlık bu yüzden olamazdı hiç: Otuz yıllık meslek yaşamında yirmiye yakın şehzade, iki sadrazam, altı vezir, yirmi üç paşa, hırlı hırsız, suçlu suçsuz, kadın, erkek, çocuk, yaşlı, Hıristiyan, Müslüman altı yüzün üzerinde kişiyi idam etmiş, çıraklığından başlayarak şimdiye kadar binlerce kişiyi işkenceden geçirmişti. Bahar sabahı, cellat şehre girmeden önce bir su kıyısında atından indi ve kuşların neşeli cıvıltıları içinde abdest aldı, namaz kıldı. İşlerinin yolunda gitmesini Allah’tan dilemek, dua etmek pek seyrek yaptığı bir işti. Ama her seferinde olduğu gibi Tanrı bu çalışkan kulunun duasını kabul etti. Böylelikle her şey yolunda gitti. Kuşağında yağlı kemendiyle ve usturayla kazılı kafasında kızıl keçeden külahıyla celladı görür görmez tanıyan Abdi Paşa, başına gelecekleri hemen anladı, ama kuraldışı denebilecek hiçbir zorluk çıkarmadı. Belki de suçunu bildiği için kaderine kendini çoktan hazırlamıştı. Önce, fermanı, en azından on kere ve her seferinde aynı dikkatle okudu. (Kurallara bağlı olan devlet adamları ve paşalarda görülen bir özellik.
) Okuduğu fermanı gösterişli bir edayla öpüp başına koydu. (Hâlâ etrafında etki bırakmayı düşünebilenlerde görülen ve Kara Ömer’in budalaca bulduğu bir tepki.) Kuran okumak, namaz kılmak istediğini dile getirdi. (Vakit kazanmak isteyenlerde ve gerçekten inananlarda görülen bir istek.) Namazını kıldıktan sonra, üzerindeki kıymetli taşları, takıları, yüzükleri celladına kalmasın diye, “Beni hatırlarsınız,” diyerek etrafındaki adamlarına dağıttı. (Dünyaya sıkı sıkı bağlı olanlar ve celladına kin duyabilecek kadar yüzeysel olanlarda görülen bir tepki.) Ve bu tepkilerin bir veya birkaçını değil, ama hepsini gösterenlerin çoğu gibi, boynuna kement geçirilmeden önce, küfürler ederek boğuşmaveya kalktı. Ama çenesinin kenarına sıkı bir yumruk yedikten sonra çöktü ve ölümü beklemeye başladı. Ağlıyordu. Ağlamak da böyle durumlarda kurbanların gösterdiği sıradan tepkilerden biriydi, ama Abdi Paşa’nın ağlayan yüzünde öyle bir şey gördü ki cellat, otuz yıllık meslek yaşamında ilk defa bir kararsızlık geçirdi. Böylelikle, hiç yapmadığı bir şeyi yaptı: Boğmadan önce kurbanının yüzüne bir kumaş örttü. Başka meslektaşlarında gördüğü zaman eleştirdiği bir davranıştı bu; çünkü işini duraksamadan ve kusursuz yapabilmek için bir celladın kurbanının gözlerine sonuna kadar bakabilmesi gerektiğine inanırdı. Öldüğüne emin olduktan sonra, hiç vakit kaybetmeden ölünün başını gövdesinden ‘şifre’ adı verilen özel usturayla ayırdı ve yanında getirdiği içi balla dolu kıldan bir torbanın içine sıcağı sıcağına daldırdı. Görevini başarıyla yaptığını Padişah’a ispatlayabilmesi için, İstanbul’da onu teşhis edeceklere kurbanının kellesini hiç bozulmadan götürmeliydi. Çünkü idam edilmiş ünlü bir paşanın kesik başı sergilenip topluma gösterilmezse, yandaşları aslında paşanın sağ olduğunu iddia eder, yerine bir benzerini geçirip isyan edebilirlerdi.
Cellat, kesik başı içi balla dolu kıldan torbaya dikkatlice yerleştirirken, Paşa’nın yüzündeki o ağlayan bakışı, o anlaşılmaz ve dehşet verici ifadeyi bir daha, hayretle gördü ve ömrünün pek de uzak olmayan sonuna kadar hiç unutamadı. Hemen atına binip şehirden çıktı. Kurbanının gövdesi gözyaşlarıyla ve iç bayıltacak kadar acıklı bir cenaze merasimiyle gömülürken, cellat atının terkisindeki kelleyle, olayın meydana geldiği yerden en azından iki günlük uzaklıkta olmayı isterdi hep. Böylelikle, bir buçuk gün süren sürekli olarak bir yolculuktan sonra, Kemah Kalesi’ne vardı. Kervansarayda karnını doyurdu, torbasıyla hücresine çekildi ve uzun bir uykuya yattı. Yarım gün süren deliksiz bir uykudan uyanırken, rüyasında çocukluğunun Edirne’sinde görüyordu kendini: Annesinin, kaynata kaynata yalnız bütün evi ve bahçeyi değil, bütün mahalleyi mayhoş bir incir kokusuyla kokutarak yaptığı incir reçeliyle dolu koskoca bir kavanoza yaklaştığı zaman, incir diye gördüğü o ufak yeşil yuvarlakların ağlayan bir kellenin gözleri olduğunu anlıyordu önce; sonra yasak bir şey yapmaktan çok ağlayan yüzdeki o anlaşılmaz dehşete tanık olmanın suçluluk duygusuyla kavanozun kapağını açıyor ve içinden ağlayan yetişkin bir erkeğin hıçkırıkları gelmeye başlayınca, elini kolunu bağlayan bir çaresizlikle donuyordu. Ertesi gece, bir başka kervansarayda bir başka yataktaki uykusunun orta yerinde kendini ilkgençliğinin akşamüstlerinden birinde buldu: Hava kararmadan az önce, Edirne’nin içinde, ara sokakların birindeydi. Kim olduğunu çıkaramadığı bir arkadaşının ikazsı üzerine, göğün bir ucunda batan güneşi, öbür ucunda git gide artan soluk dolunayın beyaz yüzünü görüyordu. Daha sonra, güneş battıkça ve hava karardıkça ayın yusyuvarlak yüzü aydınlanarak belirginleşiyor ve çok da geçmeden ışıl ışıl parlayan bu yüzün bir insan yüzü, ağlayan bir yüz olduğu anlaşılıyordu. Hayır, Edirne sokaklarını başka bir kentin huzursuzluk verici, anlaşılmaz sokaklarına dönüştüren şey, ayın yüzünün ağlayan bir yüze dönüşmesindeki acıklı yan değil, anlaşılmaz yandı.
Orhan Pamuk – Ben Bir Ağacım – Seçme Parçalar PDF indir Tıklayın