Sâdık Hidâyet – Aylak Köpek PDF Oku indir
Sâdık Hidâyet – Aylak Köpek PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Sâdık Hidâyet – Aylak Köpek kitabını araştırdık. Ayrıca Sâdık Hidâyet tarafından kaleme alınan Sâdık Hidâyet – Aylak Köpek kitap özetinin yanı sıra, Sâdık Hidâyet – Aylak Köpek pdf oku, Sâdık Hidâyet – Aylak Köpek yandex, Sâdık Hidâyet – Aylak Köpek e-kitap pdf, Sâdık Hidâyet – Aylak Köpek PDF Drive, Sâdık Hidâyet – Aylak Köpek Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Sâdık Hidâyet – Aylak Köpek PDF indir Oku
İlk kez 1942 (Hicri şemsî 1321) senesinde Tahran’da basılan Seg-i vilgerd (Aylak Köpek), İkinci Dünya S avaşı’nın getirdiği yıkımla S âdık Hidâyet’in yaşam ve toplum görüşünün çok olumsuz bir havaya büründüğü, inziva ve intiharın kaçış yolu olarak gösterildiği, mutluluğu bu dünya çapında bulmanın olabilecek olmadığının sürekli olarak ele alındığı yedi hikâyeden bir araya gelen bir kitaptır. Kitaba adını veren ilk hikâyede insan huylu bir köpeğin dayanılması güç yaşam koşullarına itiraz etmeden nasıl münzevice bir hayat sürdürdüğü, geçmişe kaçmanın çare olamayacağı işlenirken, halihazır ile geçmişteki yaşamın birer tutsaklıktan ibaret olduğu ana düşüncesi üzerinde durulur. “Kerec Don Juanı” (“Don Juan-i Kerec”), o senelerda moda durumuna gelen düzeysi düşük aşk romanlarının alay yollu iğnelen-mesidir. Kitabın üçüncü hikâyesi “Çıkmaz”da (“Bonbest”) insan çabasının yazgıyı değiştiremeyeceği, kaza ve kader adı verilen ezici fizik ötesi güçler karşısında insanın çaresiz kalışı konu edilir. Kitabın son hikâyesi olan “Karanlık Oda” (“Târîkhâne”), Hidâyet’in yapıtları içinde yaşamdan ve toplumdan kaçışın belki de en çarpıcı biçimde belirtildiği hikâyedir. Hidâyet bu hikâyelerinde Freud’dan geniş ölçüde yararlanır. İnsanın “doğal ihtiyaçlar”ı ile “insani ve mantıki ihtiyaçlar”ının çeliştiğini gösterir. “Karanlık Oda”da “Bütün bunlardan maksadı kendisini aklamaktı adeta. Bu kişi acaba hayattan bezmiş, yorgun bir eşraf çocuğu muydu yoksa garip bir hastalığı mı vardı? Her halükârda sıradan insanlar gibi düşünmüyordu” derken, Hidâyet bir bağlamda kendini anlatır. Verâmin* meydanını açlık gideren ve günlük yaşantının basit gereksinimlerini karşılayan birkaç ekmek fırını, kasap, aĴar, iki kahvehane ve bir berber oluşturuyordu. Meydan ve kavurucu güneş altında yarı çıplak, yarık yanık dolaşan insanlar gurup vaktinin ilk esintilerini ve gecenin bastırmasını bekliyorlardı. Ne insanlarda, ağaçlarda ve hayvanlarda bir hareket vardı, ne dükkânlarda iş. Sıcak hava başlara ağırlık veriyor, gelip geçen otomobillerin kaldırdığı toz, masmavi gökyüzündeki hafif toz bulutunu sürekli olarak yoğunlaştırıyordu. Meydanın bir tarafındaki yaşlı çınarın gövdesi oyulmuş ama ağaç yine de inatla eğri büğrü dallarını her bir tarafa uzatmıştı. Tozlu yapraklarının gölgelediği yere genişçe büyük bir seki yapmışlardı.
İki çocuk burada bağıra çağıra sütlaç ve kabak çekirdeği satıyordu. Kahvenin önündeki arktan boz bulanık bir su akıyordu, tabii buna akma denilirse. Tahran’ın 42 km. güneydoğusunda bir şehir. Buradaki en mühim tarihi eser olan Mescid-i Com’e (Cuma Mescidi), Sultan Olcayto Hudâbende tarafından 1304-1316 senelerı içinde yaptırılmıştır. (Ç.N.) Dikkat çeken tek yapı, konik başlı, yarısına kadar şahrem şahrem yarık içindeki silindirik duvarıyla ünlü Verâmin burcuydu. Dökülmüş tuğlaların oluşturduğu oyukları yuva edinmiş serçeler bile aşırı sıcaktan seslerini kesmiş uyukluyorlardı. Arada bir sessizliği bozan tek şey bir köpeğin iniltisiydi. Kirli sarnan sarısı burunlu ve ayaklarına kadar siyah benekli İskoç cinsi bir köpekti bu. Bataklıkta koşmuş da üzerinde çarnur lekeleri kalmıştı adeta. Kıvrık kulakları, kıvır kıvır kirli tüyleri, göz alıcı bir kuyruğu vardı. Kıllı suratında insanınkilere benzer cin gibi iki göz ışıldıyordu. Gözlerinin derinliklerinde insana özgü bir ruha sahip olduğu seziliyor, geceleri yaşamın tüm canlılığını üzerinde hisseĴiğinde gözlerinde engin bir şeyler dalgalamyordu.
Anlaşılması imkânsız bir mesaj vardı bunlarda. Ne aydınlıktı bu, ne bir renk. İnamlamayacak, bambaşka bir şey. Hani yaralı ceylanların gözünde görülen şeylerden. Onun gözleriyle insanınkiler içinde benzerlikten fazla, bir tür eşitlik görülüyordu adeta. Acı, ıstırap ve beklenti dolu iki siyah göz. Bunlar yalnızca aylak bir köpeğin suratında görülebilir. Onun yakarış dolu dertli bakışlarını ne gören oluyordu ne de anlayan. Fırıncının çırağı dükkâmn önünde onu dövüyor, kasabınki taş atıyordu. Bir otomobilin gölgesine sığınacak olsa şoförün kabaralı ayakkabısıyla aĴığı tekınelere maruz kalıyordu. Herkes onu hırpalamaktan yorulunca, sütlaç satan çocuk ona işkence etmekten ayrı bir haz duyuyordu. Her iniltisi beline isabet eden bir taş demekti ve hayvan inledikçe çocuğun kahkahası artıyor ve çocuk “Seni imansız!” diyordu. Herkes çocukla elbirliği etmişti adeta. Sinsi sinsi çocuğu fitilliyor sonra kah kah gülüşmeye başlıyorlardı. Allah rızası için dövüyorlardı.
Mezhebin lanetlediği, yedi canlı, pis bir köpeğe eziyet etmek çok doğal geliyordu onlara. Sütlaç satan çocuk o kadar üstüne giĴi ki hayvancağız sonunda burca giden sokağa doğru kaçtı; daha doğrusu aç biilaç kendini zorla sürükledi ve bir su yoluna sığındı. Başını ellerinin üstüne koyup dilini çıkardı, yarı uykulu yarı uyanık bir halde karşısında dalgalanan ekin tarlasım izlemeye koyuldu. Vücudu yorgundu, sinirleri sızlıyordu. Su yolunun nemli havasında tüm vücudunu bir rahatlık kapladı. Yarı canlı sebzelerin, nemli, eski bir ayakkabı tekinin, ölü yahut diri nesnelerin çeşit çeşit kokuları karmakarışık ve uzakta kalmış anılarını canlandırdı burnunda. Tarlaya her dikkatli bakışında içgüdüsel bir istek baskın çıkarak anılarını ta başından canlandırıveriyordu. Ama bu kez öylesine kuvvetliydü ki bu duygu, adeta bir ses onu harekete, oynayıp zıplamaya çağırıyordu kulağının dibinde. Yeşilliklerde koşup zıplamak için karşı konulmaz bir istekti bu duygu. Genetik bir duyguydu bu. Çünkü tüm ataları İskoçya’da çayırlıklarda özgürce yetiştirilmişlerdi. Ama o kadar halsizdi ki bedeni kımıldamasına bile izin vermiyordu. Baygınlık ve güçsüzlükle karışık acı bir duyguya kapıldı. Unutulan, yitip giden bir avuç duygu heyecana dönüştü. Eskiden türlü türlü görevleri ve gereksinimleri vardı.
Sahibinin evinden yabancı birini veya yabancı bir köpeği kovmak için sahibinin sesine koşmalıydı; sahibinin çocuğuyla oynamalıydı; görüp tanıdığı bireylere nasıl, yabancılara nasıl davranacağını bilmeliydi; zamanı gelince yemeğini yemeli, belirli zamanlarda okşanmayı beklemeliydi. Ama şimdi bu sorumlulukların tümü alınmıştı ondan. Artık bütün işi gücü korku içinde titreyerek çöplüklerden yiyecek kırıntıları bulmak, gün boyu dayak yemek, inlemekti -savunacak tek şeyi olmuştu bu. Eskiden cüretli, korkusuz, temiz ve kanlı canlıydı. Ama şimdi korkak, itilip kakılan biri olmuştu. Bir şey duysa, yakınında bir şey kımıldasa tir tir titriyor, haĴa kendi sesinden bile korkuyordu. Aslını söylemek gerekirse pisliğe ve çöpe alışmıştı. Vücudu kaşınıyordu. Pireleri avlayacak veya yalayacak hali kalmamıştı. Çöplüğün bir parçası olduğunu hissediyordu. İçinde bir şeyler ölmüş, sönmüştü. Bu cehenneme düşeli iki kış geçmiş, şöyle doyasıya bir şey yememiş, gözü sorunsuz bir uyku görmemişti. Şehveti, duyguları körelip gitmiş, bir Allahın kulu onu okşamamış, gözlerine bakan olmamıştı. Buradaki insanlar sahibine benzemesine benziyorlardı ama duyguları, huyları, davranışları yerden göğe kadar sahibininkinden farklıydı. Eskiden içlidışlı olduğu insanlar onun dünyasına daha yakındılar adeta; acılarını, hislerini anlıyor, onu daha çok himaye ediyorlardı.
Aldığı kokular içinde en fazla başını döndüreni, oğlanın önündeki sütlaçların kokusuydu. Tıpatıp annesinin sütüne andıran ve çocukluk anılarını anımsatan bu sıvı ansızın bir uyuşukluk hissi uyandırdı. Henüz yavruyken annesinin memesinden o sıcak, besleyici sıvıyı emerken annesi yumuşak diliyle onu yalar, temizlerdi. Annesinin koynunda, erkek kardeşiyle yan yana iken aldığı keskin koku, annesinin ve sütünün ağır ve keskin kokusu burnunda canlandı. Sütsarhoşu olduğu zaman vücudu ısınıp rahatlıyor, akışkan bir sıcaklık tüm damarlarına, sinirlerine yayılmayı sürdürüyordu. Mahmur mahmur annesinin memesini bırakıyor, vücudunu saran keyif verici titreyişlerle derin bir uyku geliyordu peşinden. Gayri yaşlıi ellerini annesinin memesine bastırmaktan, zahmetsizce, koşuşturmadan süte ulaşmaktan daha büyük bir zevk olabilir miydi? Kardeşinin kıllı bedeni, annesinin sesi, bütün bunlar keyif ve okşayış doluydu. Eski ahşap yuvasını anımsadı, yeşil bahçede kardeşiyle oynadığı oyunları. Onun kıvrık kulaklarını ısırır, yere düşer, kalkar, koşarlardı. Sonra bir oyun arkadaşı daha bulmuştu: Sahibinin oğlu. Bahçede onun peşinden koşar, havlar, giysisini ısırırdı. Hele hele sahibinin okşayışlarını, onun elinden tükettiği şekerleri hiç unutmamıştı. Ama sahibinin oğlunu daha çok severdi. Çünkü hem oyun arkadaşıydı, hem de asla dövmezdi. Sonraları birden kaybeĴi annesiyle kardeşini.
Sahibi, oğlu, karısı ve yaşlı uşağı kalmıştı geriye. Her birinin kokusunu nasıl da ayırır, ayak seslerini ta uzaktan tanırdı. Öğle ve akşam yemeği vakti masanın etrafında dolanır, yiyeceklerikoklardı. Kimi zaman sahibinin hanımı kocasının muhalefetine karşın sevgi dolu bir lokmacık ayırırdı onun için. Yaşlı uşak gelince ona seslenirdi: “Pat… Pat…” Ve yemeğini koyardı ahşap yuvasının yanındaki özel kaba. Pat’ın mest olması onun bedbahtlığını hazırladı. Çünkü sahibi Pat’ın evden çıkıp dişi köpeklerin peşine takılmasına izin vermiyordu. Bir sonbahar günü, sahibi, önceden tanıdığı eve sürekli olarak gelen iki kişi ile birlikte otomobilde otururken, Pat’ı çağırdılar ve öne oturttular. Pat birkaç kez sahibi ile arabada yolculuk yapmıştı ama o gün mestti, değişik bir heyecan içindeydi. Birkaç saat giĴikten sonra bu meydanda indiler. Sahibi o iki kişiyle birlikte bu burcun yanından geçti. Tesadüf bu ya, bir dişi köpeğin kokusu Pat’ın kendi cinslerinde aradığı çok özel bir koku, onu deli divane eĴi birden. Arada bir kokladı, kokladı; sonunda bir bahçenin su yolundan bahçeye daldı. Gün batımma doğru sahibinin sesi yükseldi tekrar: “Pat… Pat!.” Gerçekten onun sesi miydi yoksa kendisine mi öyle geliyordu acaba? Sahibinin sesinin onun üzerinde garip bir etkisi vardı.
Çünkü kendisini borçlu hisseĴiği tüm görevlerini ve sorumluluklarını hatırlatıyordu. Yine de, dış dünya çapındaki güçlerin ötesinde bir güç onu dişi köpekle birlikte olmaya zorlamıştı. Kulağının dış dünya çapından gelen sesleri duymamaya başladığını, ağırlaştığını hissetmişti. İçinde şiddetli duygular uyanmıştı. Dişi köpeğin kokusu başını döndürecek kadar keskin ve kuvvetliydü. Tüm kasları, vücudu, duyguları kontrolünden çıkmıştı. Ama çok geçmeden sopayla, kürek sapıyla kovalamaya gelip girdiği su yolundan geri çıkardılar onu. Pat şaşkın, yorgun ama kuş gibi hafiflemiş, rahatlamış olarak sahibini aramaya başladı. Birkaç ara sokakta onun kokusundan izler kalmıştı. Her tarafı aradı, belirli aralıklarla kendisine özgü işaretler bıraktı; kasabanın dışındaki harabeye kadar giĴi, tekrar geri döndü. Sahibinin meydana döndüğünü anlamıştı; onun silik kokusu diğer kokulara karışmıştı. Bırakıp gitmiş olabilir miydi acaba sahibi? I stırapla karışık tatlı bir korkuya kapıldı. Pat, sahibi, efendisi olmadan nasıl yaşayabilirdi? Çünkü sahibi onun için Tanrı demekti. Yine onu aramaya geleceğinden emindi. Korku içinde birkaç caddede koşmaya başladı.
Ama boşunaydı zahmeti.