PDF

Sevgi Soysal – Tante Rosa PDF Oku indir

Sevgi Soysal – Tante Rosa PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Sevgi Soysal – Tante Rosa kitabını araştırdık. Ayrıca Sevgi Soysal tarafından kaleme alınan Sevgi Soysal – Tante Rosa kitap özetinin yanı sıra, Sevgi Soysal – Tante Rosa pdf oku, Sevgi Soysal – Tante Rosa yandex, Sevgi Soysal – Tante Rosa e-kitap pdf, Sevgi Soysal – Tante Rosa PDF Drive, Sevgi Soysal – Tante Rosa Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.

Sevgi Soysal – Tante Rosa PDF indir Oku

Sevgi Soysal’ı halen “Sabuncu” soyadıyla hikâyelerini, “Tante Rosa”larını dergilerde yayımlamaya başladığı sıralarda, bu hikâyelerinden tanımıştım. Altmışlarda. O senelerda üniversitede öğrenciydim; BabIali’deki baş uğrağım da De Yayınevi’ydi. Daha önceki bir zamanda Sevgi “Nutku” olduğunu Memet Fuat’tan öğrenmiştim. Hikâyelerinden, çok buralı bir yazar olmadığı sonucunu çıkaranlar vardı. Ama bana öyle gelmiyordu. Kendisinin de bir konuşmada dile getirdiği gibi “Tante Rosa” yerine “Ayşe Teyze” dese bu yorum böyle yaygınlaşmaz, “yabancı” yerine “gerçeküstücü” ve benzeri sıfatlar kullanılırdı, belki bu sıfatlarla da aynı şey kastedilerek. O senelerda, daha çok da kadın yazarlar, Cumhuriyet’in anlatı edebiyatını köyden kente getirmeye çalışıyorlardı. Aslını söylemek gerekirse, ellilerde yazmaya başlayan bir hikâyeciler kuşağı, Demir Özlü, Onat Kutlar, Ferit Edgü, Orhan Duru, Adnan Özyalçıner gibi yazarlar, bu hususta öncülük yapmış ve bu zamana kadar roman ve hikâyede varolan köy temaları ve toplumsal gerçekçilik hegemonyasını kırmışlardı. Altmışlarda Tomris Uyar, Adalet Ağaoğlu (halen oyun yazmakla meşguldü), Sevim Burak, Füruzan ve Sevgi ilk eserlerini vermeye başlamışlardı. Bu kadın yazarlarda, günlük hayat nesne ve ayrıntı kısmına karşı büyük bir dikkat vardı. Dolayısıyla köyden kente ve toplumsal kurtuluş veya varoluşsa! bunalım gibi “grand” temalardan somut günlük hayata taşınan anlatının ayağını toprağa basmasında ve gerçek bir hayat dokusu edinmesinde, onların payı herkesten fazla oldu. Bu kadın yazarlar asıl göz alıcı eserlerini yetmişlerde ve ardından verdiler. Sevgi Soysal da öyle. Yürümek 1970’te, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti 1973’te, Şafak 1975’te yayımlandı.

Bu anlatılarda Sevgi, Bavyera’yı bırakmış (ama zaten Bavyera’da olmamıştı), Türkiye’ye gelmişti. Ve zaten Türkiye’den gitmemişti. Ama Sevgi Soysal önce dünyalı olan insanlardandı. Türkiye’ye bakışı da öyleydi: dünyayı bilerek, dünya edebiyatını bilerek. Yetmişlerde bir yazar olarak büyürken, askeri yönetimle de dövüşmek zorunda kaldı. Gözaltı, sıkıyönetim mahkemesi, sorgu, hapis, hepsini gördü ve yaşadı. Bunun yanı sıra müstehcenlikten yargılandığı da oldu. Çünkü askeri yönetimle uygun adım yaşamaktan rahatsız olmayan “resmi Türkiye” Sevgi Soysal gibi bir bireyin her şeyinden rahatsız olur, ürker; onu ve onun gibi insanları, onların düşüncelerini ve yaşama üslûplarını yok etmek ister. Bunlar oldu, Sevgi de mücadele etti. 1974’te tanıştık. Ankara’ya gidince -ki o sıralar çok fazla gidiyordum- mutlaka Sevgi’ye uğrardım, uzun uzun konuşurduk. Şimdi ansiklopedide ölüm yılına bakınca inanamıyorum. Ne kadar hızlı olmuş her şey. Çok yaşamayacağını bilmiş ki, kırk yıllık kısacık bir ömre çok şey sığdırdı Sevgi. Çünkü her an fışkıran bir zekâsı ve hiç durmayan bir yaratıcılığı vardı.

Ama tabii bu donanımlarıyla yaşamaya devam etse, kimbilir daha neler üretecekti. Durmayacağını, gerilemeyeceğini, hep biraz daha iyisini yapacağını bildiğiniz, sezdiğiniz insanlar mevcuttur. Hayatı şöyle olur, böyle olur, iyi gider, kötü gider, ama zekâsı donuklaşmaz, üretkenliği tıkanmaz. Hayatta en kesin şey ve galiba tek kesin şey ölüm. Sevgi’nin karşısına çok erken çıktı. Sevgi bunu da büyütmeden, başkalarının yaşamını zorlaştırmadan, alabileceği bütün yükleri kendi üstüne alarak, her işini yaptığı gibi, efendice göğüsledi. Bu erken ölümün trajikliğini biz geri kalanlara hissettirmemek için elinden geleni yaptı. Ama onun öyle yapması da bu trajikliği ortadan kaldırmıyor. Bir süre, insan onu tanımış olanların belleğinde yaşamaya devam eder, bütün “görgü tanıkları” da bu dünyayı terk edene kadar. Benim belleğimde pırıl pırıl, nüktedan ve hazıryanıt, zeki ve güler yüzlü bir Sevgi yaşıyor hep. Sonra, yazdıklarıyla ve ile ilgili yazılanlarla yaşar Bunların hiçbiri ölümün şu değindiğim kesinliğini gidermiyor, ama Sevgi’nin kitaplarının, kuruluşunda emeğim geçmiş bir yayınevinde yayımlanıyor olmasının, onunla yeniden yüz yüze gelmiş gibi olmaya “en fazla yaklaşabilen” duyguyu yarattığım söyleyeyim. Benim Sevgi için söyleyeceğim her söz, kişisel acımı ister istemez yansıtacak ve biraz kasvetli olacak. Ama Sevgi Soysal’a da kasvet hiç yakışmaz. Ölüm, arada bir öyle zamansız ve acıdır ki, koyu bir gölge olup siner kısa da olsa dolu dolu yaşanmış bir yaşamın ve o yaşamdan geride kalanların üstüne. Ne yazık, Sevgi Soysal’ı kırk yaşında aramızdan ayrıldığı 1976’dan beri hep ölümüyle anımsadık.

Ama artık bundan sıyrılıp, onun gibi ölüme karşı, “Aslolan hayattır,” diyebilmek, o kısa ömründe ürettiklerine sahip çıkabilmek, onları olsun hayata döndürebilmek gerek. İşte buradan yola çıkarak, Sevgi Soysal’ı bir yazar olarak yaşatmak, sürüp giden yaşamın içine yine katmak fikriyle İletişim Yayınlan ile birlikte bütün eserlerini yeniden yayımlamaya başladık. Böyle bir işe girişirken, ilk kez hangi eserle başlanacağı, yani ilk adımın ne bulunacağı mühim bir soru oldu. Sonunda Tante Rosa’da karar kılındı. Bu, Sevgi Soysal’ın ilk kitabı değil, ne de en başarılı, en bilinen romanı. Ama Tante Rosa, Sevgi Soysal ile ilk kez bir araya gelecek okura, onu tanıtmak için en doğru kitap olabilir. Sevgi Soysal’ın anneanne ve teyzesinden başlayıp kendisinde biten bir kadınlık çizgisi diye nitelendirdiği, Tante Rosa’nın yaşamından kesitler veren bu on dört kısa hikâyede, yazarın kimi yerde hak verircesine anlayışlı davranıp, kimi yerde acımasızca dalga geçtiği Rosa’yla kurduğu yoğun ilişki, Tante Rosa kadar Sevgi Soysal’ı da tanıtır okuyucuya. Bu ilişkiden, kadınlık denen bir ortak payda çıkar ortaya; kabullenmek için değil, farkında olmak için. Böylelikle okuyucu, genelde 1970’li senelerdan, 12 Mart döneminin simge yazan olarak bilinen Sevgi Soysalı, başına 12 Mart işleri açılmadan önceki, kadınlıkla uğraşan yazar haliyle tanıma fırsatını bulur. Bunun ise, zamanı hiç geçmez. O yüzden, ilk kez Tante Rosa… Tante Rosa, 1968’de ilk kez Dost Yayınevi tarafından yayımlandığında, edebiyat çevrelerince enteresan bulunur, ama pek anlaşılamaz. Nedense, hep vurgulanan Tante Rosa’nın yabancılığı ve aykırılığı olur. Memlekette romancıları bekleyen onca sorun, romanlaşmaya vardırılacak onca memleket kadını ve memleket kadının da onca başka sorunu varken, neden Almanya’da yaşayıp ölen, arkasına bakmadan kocasını ve hele de çocuklarını terk ediveren, orospuluğa bile özenen bir Tante Rosa sorusu yankılandırılır dört öte yandan. Yazarın annesinin Alman olması, romanının da yabancılaştırılmasını kolay bir hale getirir. Kadınlıkla, hele de yabancı bir kadınlıkla karşılaşmak adeta ürkütücüdür.

Tabii 1968’lerin Türkiyesi’nde Tante Rosa’nın yadırganması enteresan değil; ama masum da değildir bu yadırgayış. Doğrudur, Sevgi Soysal’ın çizdiği Tante Rosa portresi fakat modem bir toplumda varolabilecek bir kadındır. Tante Rosa’nın yaşadığı toplumda kadın, istemediği bir düzeni bırakıp gidebilir, kendi yaşamını yeni baştan defalarca kurabilir. Gerçekte, kadına böyle bir yaşam alanı tanımayan bir toplum için Tante Rosa, Alman olduğu için değil, özgürlüğünü sahiplenen bir kadın olduğu için yabancıdır. Ama bu yabancılığı vurgulamak, Tante Rosa’da asıl anlatılanın, nerede ve ne zaman yaşıyor olursa olsun, her kadının içinde varolabilecek “kadınca bilemeyişler”in hikâyesi olduğunu gözardı etmek olur. Tante Rosa’da, okuyan her kadına tanıdık gelen bir kadınlık hali mevcuttur; Tante Rosa, adeta kadınlığın kimliğe bürünmüş halidir Sevgi Soysal, bu kadınlık denen şeyi, anlatılması, romanı yazılması gereken bir şey olarak gördüğü için mi yadırgandı acaba diye bu günden geriye doğru sormamak, hemen hemen imkânsız gibi gibidir Yazarın böylesi erken bir zamanda bu bilinci kazanmasının ardında elbet kendi aile ve yaşam tecrübelerinin etkisi mevcuttur. Tante Rosa’yı Almancaya çeviren Sevgi Soysal’ın annesi Aliye Yenen, bu kitabı bir Alman’ın değil, fakat büyürken ailesindeki Alman kadın akrabaları enteresan bularak gözlemleyen Sevgi Soysal’ın yazabileceğini söyler. Tam da bu yüzden, asıl mühim olan, Sevgi Soysalın bu kadın varoluşunu Tante Rosa gibi bir kitapla yazınımıza yansıtmış olmasıdır. Bu açıdan Tante Rosa Türkiye için erken öten bir horoz gibidir. Sevgi Soysalın, Tante Rosa’yı, Türkiye’ye yabancı bir ortamda kurgulayışının gerisinde, kendi yaşam tecrübeleriyle bu ötüşün erken, bedelinin de ağır olduğunun bizzat farkında olmasının yattığı dahi söylenebilir. Bunun yanı sıra, Tante Rosa’yı okurken, yazarın böyle oldukça önemli iddiayı kelimelerine eklediğini fark etmeyebilirsiniz de. Tante Rosa, kişiliğiyle büyüleyici bir kadındır. O büyüleyiciliğin ardında, her kadının içinde yatan bir farklılaşma isteği peşinde çoğu kadının cesaret edemeyeceği kadar koşabilmesi, koşarken düştüğünde, çoğu kadında olmayan bir kendini sevme neşesiyle tekrar kalkabilmesi, yenilgi ve yanılgılarını çoğu kadın gibi başkalarının demesiyle değil, kendi iç sesiyle yargılayabilmesi yatar Tante Rosa’nın yaşamı bir başarısızlık öyküsü gibi gözükse de, içindeki prensesin ölmesine izin vermeyen Rosa’ya acımak ve gülmek kadar, hayran olmamak da zordur. Tante Rosa’nın iç sesi ve Sevgi Soysal’ın alaycı dili, kitap boyunca bu ikilemleri bir sonuca bağlanmadan dile getirir ve okuyucuyu, özellikle de kadın okuyucuyu, kendi varoluşuyla baş başa bırakarak aradan çekilir Sevgi Soysal’ın onu hiç tanımamış kızı olarak benim ekleyebileceğim tek şey, yokluğunun nasıl bir kayıp olduğunu ölmeden iki ay önce çekilen ve bu kitabın kapağından size bakan fotoğrafının bile anlatabileceği annemi, kitaplarıyla, en fazla da Tante Rosa ile tanıyıp sevmiş olduğumdur.

Sevgi Soysal – Tante Rosa PDF indir Tıklayın

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu