PDF

Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu PDF Oku indir

Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu kitabını araştırdık. Ayrıca Sigmund Freud tarafından kaleme alınan Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu kitap özetinin yanı sıra, Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu pdf oku, Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu yandex, Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu e-kitap pdf, Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu PDF Drive, Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.

Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu PDF indir Oku

UYGARLIĞIN HUZURSUZLUĞU, Freud klinik malzemeden elde ettiği insan ile ilgiliki temel bilgileri tutarlı bir kuramsal dizgede ifade etmeye çalışırken kaçınılmaz olarak uygarlığın kökeni sorunu ile karşılaşmış ve buna bir yanıt bulmaya çalışmıştır. Üstben oluşumunu ilk kez geniş ölçüde uygarlık sorunu ile ilişkili olarak ayrıntılandırdığı bu kitabı, Ali Babaoğlu’nun kitap üzerine bir makalesiyle paylaşmak istedik. Uygarlık bir sapma mıdır? Eğer uygarlık kavramını doğal olanla zıtlık içinde düşünürsek bu soruya bir biçimde evet yamtmı vermemiz gerekir. Oysa modem etolojinin kabul etmeye pek yatkın olmadığı bir yanıttır bu. Etologlann çoğu uygarlığın bazı ilksel şekillerinin doğal yaşamın içinde geliştiği görüşündedir. Freud bu iki görüşe de hem yakın hem uzak bir mesafeden bakar. Klinik malzemeden elde ettiği insan hakkmdaki temel bilgileri tutarlı bir kuramsal dizgede ifade etmeye çalışırken kaçınılmaz olarak uygarlığın kökeni sorunu ile karşılaşmış ve bu sorunun pek de kolay yanıtlanır türde olmadığını tespit etmiştir o. Bunun yanında bu somya bir yanıt bulma çabasından da asla vazgeçmemiştir. Çünkü klinik kuram insanı daima bir uygarlığın içinde düşünmek zorundadır. Freud’un yanıt denemeleri ilk bakışta fazlaca basit gözükse de antropoloji ve etolojinin asla görmezden gelemeyeceği tespitler ve varsayımlar ortaya koymaktadır. Uygarlığın Huzursuzluğu Freud’un uygarlık somnunu ele aldığı diğer eserlerine; mesela Totem ve Tabu, Bir Yanılsamanın Geleceği ve Musa ve Tektanrılı Din’e göre daha az heyecan verici ve ikazcı bir kitap gibi görünmesine karşın en az spekülatif ve en sağlam olanıdır. Bu kitap bunun yanı sıra psikanalizin esas odaklaştığı alan olan klinik kuram yönünden da manalıdır. Çünkü bu kitapta ilk kez üstben oluşumu geniş ölçüde uygarlık somnu ile ilişkili olarak yeniden düşünülüp aynntılandırılmıştır. Uygarlığın Huzursuzluğunun psikanalitik düşüncenin genelinde değer kazanacak temel bir yapıt olduğunu düşünüyoruz. Freud’da Toplum, Kültür, Din Felsefesi Ali Babaoğlu Başlangıcından bu yana psikanalitik kuram din, sosyoloji, uygarlık tarihi ve güzel sanatlar alanlarına da yayılıp yansımaya başlamıştır.

Bu yansımalar belki psikanalizin yüzyılımız eğilim ve düşünceleri üzerine yaptığı en mühim etkidir. Asıl amacında olan psikiyatri ve tıp bölgesindeki tesirinin görece zayıfladığı sırada doruğa çıkmış görünen bir etki. Bugün özellikle uygulamalı sosyoloji denilebilecek olan politika, ekonomi ve eğitim konularında psikanalizin bulgulan olmaksızın hiçbir girişim kıymetli sayılmıyor. Hele ülkeler arası savaş ve banş stratejileri üzerinde çıkarsama veya uygulamaya yönelik bütün araştırma ve planlamalar kesinlikle psikanalizin egemen gölgesi altmda yürüyebiliyor. Bu yönelişin temellerinde Freud’un çağmda çok eleştirilmiş, yandaşlar kadar zıtlar da kazanmış olan yazılan yatmaktadır. Freud her ne kadar ufak gören söylemlerde bulunmuşsa da felsefeyle hep yakında zamandan ilgilenmiş; yazılannda felsefeyi hem çok fazla kullanmış, hem de doğrudan doğruya felsefe yapmıştır. Gerçekten de çağmda psikolojinin ve biyolojinin genelde felsefe temeli olmaksızın düşünülmesi pek söz konusu olamazdı. Bilhassa de tam yeni araştırma ve buluşlann yapılmakta olduğu antropoloji ve sosyoloji alanının psikanaliz kuramını etkilememesi ve ondan etkilenmemesi beklenemezdi. Daha 1907’de saplantılı-zorlantılı nevrozun belirtilerinin dinsel merasim ve uygulamalara benzerliğinden girerek dinin evrensel bir nevroz, saplantılı-zorlantılı nevrozun da bireysel bir din olduğunu ileri sürmüştü (Freud, 1907). 1912’deyse, belki en ünlü yapıtı olan Totem ve Tabu ile Freud, yalnızca dinin değil bunun yanı sıra uygarlığın da kökenlerini incelemeye başlamış ve bireysel Oidipus karmaşasıyla insanlığın tarihöncesi içinde koşutluklar görülmektedirmıştır. Tylor, Lang, Frazer gibi etnolog ve sosyal-ant-ropologlann araştırma sonuçlarına dayanarak ilkel tabularda ve nevrotik fobilerde aynı irrasyonel özelliği; büyü işlemlerinde ve nevrotik fantazilerde aynı düşünce tümkuvvetlilüğünü görmüştür. Buradan giderek nevrotik belirtilerle ilkellerdeki toplumsal ve kültürel fotoğrafların ve uygarlığın kökenlerinin ortak temellerine ilişkin bir kuram gelişmeye başlamıştır. Bu ortak temeli oluşturan düzenek ilk atanın öldürülmesi öyküsünde, Oidipus karmaşasının bir yansımasında görülmekteydi. Freud’a göre her ufak oğlan çocuk babasını öldürmek ve annesiyle evlenmek gizli dileğini yenmek zorundaydı. Bu sorunu başarıyla atlatabilirse babanın tasarımını kendi içine alır, böylece üstbeni kurulmuş olur ve sonunda normal bir olgunluk ve erişkinliğe ulaşabilirdi.

Eğer bunda başarısız olursa nevroz kaçınılmazdı. Bu olgu dizgisi her insanın kaderinde vardı. Ama bu bireysel kader insanlığın tarihöncesinde gerçekleşmiş bir olayın yansımasından ibaretti. Binlerce yıl önce insanlar sürüler halinde zalim bir atanın sultası altmda yaşamaktaydı. Bu ata, sürünün bütün kadınlarını kendi elinde tutup, yetişkin oğullarını sürü dışma atıyordu. Bu dışa atılan oğullar ayrı bir toplulukta, eşcinsel duygular ve davranışlarla yaşamak zorundaydılar. Bir rastlantıyla, veya amaçlı olarak oğullar bir fırsat bulup babalarını öldürdüler ve yediler. Böylelikle öfkeleri doymuş fakat bunun yanı sıra totemcilik de başlamış oldu. Atayı temsil eden totem hayvanını, atanın kendisiymiş gibi sayıyor, fakat belli zamanlarda onu öldürerek yiyorlardı. Babalarını öldürdüklerinde onun kadınlarını almaya cesaret edememişlerdi. Bunun nedeni öte yandan babaya geç bir itaat, ama öte yandan asıl bu kadınların paylaşılması maksadıyla erkeklerin birbiriyle boğuşmaya girebilecekleri korkusuydu. Bunlar baba katli ve ensest yasağıydı. Bu, insan medeniyetinin, ahlak ve dinin başlangıcı, bunun yanı sıra da Oidipus karmaşasının öncülüydü. İnsanlığın ilkel zamanlarda, erkek bir tiranın yönetimi altmda, sürüler halinde yaşadığı düşüncesi, Darwin’in bir varsayımıydı. J.

J. Atkinson (1903), Darwin’in bu düşüncesini alıp işleyerek genişletmişti. Ona göre; babanın, rakibi olan oğullarını sürü dışına sürmesi neticesinde birbirinin yakınında yaşayan iki küme oluşmaktaydı. Birinde baş erkek, elde edilmiş olan kadınlar, kendi kızlan ve her iki cinsten çocuklar bulunmaktaydı. Öbüründe de olasılıkla bir poliandri durumunda yaşamakta olan sürülmüş oğullar yer alıyordu. Bu sürgün erkeklerden bir bölümü kendilerini babadan daha kuvvetli hissettikleri zaman ona saldınp öldürdüler ve yediler. Aralanndaki en kuvvetli genç erkek babanm yerine geçti. Bu savaş durmadan yinelenebilirdi ama Atkinson’a göre günlerden bir gün babanm kadınlanndan biri onu, günü gelince yerini almak üzere oğullarından birini saklamaya ikna edebildi. Tek koşul oğu-lun babanm kadınlarına dokunmaması olacaktı. Ensest yasağının başlangıcı bu olaydı. Freud bunun yanı sıra semitik kültürlerin kökenine ilişkin William Robertson Smith’in (1970) kuramından da etkilenmişti. Buna göre insanlar ufak klanlar halinde totem inancı ve kaideleriyla yaşamaktayken o totemi belli zamanlarda öldürüp ortak ziyafetlerde yemekteydiler. Aslını söylemek gerekirse o sıralarda halen yeni olan etnolojik ve antropolojik araştırmalar son derecede büyük ilgi çekiyordu ve bu türden varsayımlar her yandan pıtrak gibi fışkırıyordu. Bundan dolayı Freud’un bunların herhangi birinden, veya birçoğundan etkilenmiş olması da olasıdır. Buna ek olarak o çağa denk gelen mühim bir olay tam da bu eskiye ilişkin varsayımların çağdaş bir versiyonu gibiydi.

Bu da Osmanlı İmparatorluğu’ndaki 1908 devrimiydi. Bilindiği gibi OsmanlI İmparatorluğu o güne kadar yüzyılın en korkunç despotu olan bir sultanın, II. Abdülhamid’in sultası altında yer alıyordu. Avusturya-Macaristan’a komşu bu dev ve çağdışı imparatorluk, bütün Avrupa’da olduğu gibi onunla çatışmalı bir dostluk içinde yaşamaya çalışan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu aydınlarının da müthiş ilgisini çekiyordu. Benzeri bir patriyark tarafından yönetilmekte olan Rusya’nın ve iyi baba figürü sunan Büyük Fre-derik’le Bismark’m egemenliğindeki Almanya’nın tehditleri içinde Avusturya-Macaristan senelerca tonton bir imparatorun ve onun halk tarafından ilgi ve sevgi gören ailesinin egemenliği altında ikili duygular içindeydi. Bunun yanı sıra Balkanlardaki bütün Ya-hudiler, Osmanlı sultanına karşı daha da karmaşık duygular taşıyorlardı. Avusturya-Macaristan Yahudileri ve Rus Yahudileri hiçbir zaman normal vatandaşlık sıfatını bile kazanamazken Safarim adı verilen Osmanlı Yahudileri bütün Balkan ülkeleri ve bu arada Avusturya-Macaristan topraklarında da Osmanlı sultanının kişisel himayesi altında, hemen hemen diplomatik sayılabilecek bir dokunulmazlık ve bundan dolayı da büyük bir refah içinde yaşamaktaydılar. Kendisi de bir Galiçya Yahudi ailesinden gelen Freud için de sultan, herkese karşı zalim olan, ama kendilerinin bir bölüm kardeşlerini öbür zalimlere karşı koruyan bir baba figürü oluşturmaktaydı. Bu despot bütün tebaası üzerinde yaşam ve ölüm ytesirini tek başına elinde tutmakta, bir kısım azınlıklarla birlikte kendi öz oğullarını da acımadan öldürmekte (o sırada Bulgar, Ermeni ve Yunanlıların azınlık-bağımsızlık hareketlerine karşı olan tenkiller Avrupa’ya korkunç katliam haberleri olarak gitmekteydi; bunun yanı sıra zindanlarda boğulan Türk aydınlarının haberlerini de Avrupa büyük bir duygusal paylaşımla almaktaydı), hareminde de binlerce kadını kendi keyfi için tutmaktaydı. 1908’de “oğullar zalim babaya karşı bir olup ayaklandılar”. Genç Türkler sultanı tahttan indirerek ulusal bir toplum düzeni kurdular. Osmanlı İmparatorluğu’n-da sanatların ve düşüncenin bir anda yeşerip geliştiği gözlendi. Böylelikle tam da etnologların ilkel atanın katline ilişkin dile getirdikleri ilgiyi çekmekteyken, bu efsane Avusturya aydınlarının gözlerinin önünde yineleniyordu. Bu durum, benzeri kuramsal düşüncelere karşı şüphesiz ki daha az eleştirel bakılmasına, bu mitin daha kolay kabul edilmesine yol açmış olabilir (Ellenberger, 1970). Freud’a göre totem inançlarından sonra gelişmiş olan dinler için de aynı köken, insanlığa bir daha hiç huzur vermeyen aynı olay geçerliydi.

İnsan toplumu “birlikte işlenmiş suçun suç ortaklığı üzerinde, din suçluluk duygusu ve pişmanlık üzerinde, ahlak da kısmen böyle bir toplumun gereklilikleri, kısmen de suçluluk duygusundan ileri gelen tövbe duygusu üzerinde durmaktadır”. Totem ve Tabu’mm sonunda Freud ilkel sürü ile bugünkü insanlık içinde yeniden köprüler kurmaya çalışmakta, bunu, “bir kimsenin ruhsal yaşamındaki aynı ruhsal süreçleri yaşamakta olan” kitle ruhunda aramaktadır. Ruhsal süreçler bir sonraki kuşaklarda da, belki doğrudan açıklamalar ve doğrudan geleneklerle sürmektedir. Ama bir neden de psişik yatkınlığın kalıtımla geçişidir. Her insan, kendi bilinçdışında diğer bireylerin tepkilerini yorumlamak, yani başkalarının kendisinin duygu kabarmalarından almış oldukları izlenimleri geri çevirebilmek için belli bir aygıta sahiptir. Bütün âdetlerin, merasimlerin ve usullerin bilinçdışı anlaşılabilmesi, bunların kökeni büyük atayla olan ilişkilerde yatsa bile, yeni kuşakların da aynı duygu mirasını taşırtıalannı sağlamaktadır. En sonunda da Freud, ilkellerin acaba psişik gerçeği, yani fanta-ziyi, gerçeğin yerine koymuş olup olamayacaklarım, yani gerçekte sürünün atasım hiç öldürmemiş olmalarının olabilecek olup olmadığını sormaktadır. Burada nevrotik birinin ilişkilerini tartışır. Çocuktan başlayarak nevrotik insanın düşmanca ve canice dürtüleri kendi güçsüzlüğünden dolayı hiç uygulayamayacağı, bunu fakat fantazilerinde yaşatacağı, ama belki de ilkel insanın bu fiili gerçekten de işlemiş olabileceği sonucuna varır. Freud’un toplum psikolojisi üzerine yazılan 1921’de yayımlanan Kitle Psikolojisi ve Ben Analizi ile sürdü. Burada Freud, özerk bir toplum güdüsünü reddeden bir sosyoloji taslağı öneriyor ve toplumsallık güdüsü yerine libido kuramını öne sürüyordu. Söz konusu çalışmasmda Le Bon, MacDougall ve Trotter’in kuramlarını tartışmaktaydı. Ona göre Le Bon’un kitle kuramı önderin gücünün gizini açıklayamıyordu. Kendisi libidonun bireyi öndere bağladığını ve onu bütün bireyselliğim bırakmaya yönlendirdiğini ileri sürüyordu. Geçici, örgütsüz kitlelerin yanı sıra dayanıklı ve yapay olan kitleler de vardı.

Bunların emsallari kilise ve orduydu. Burada bireyin öndere olan bağı bir sevgi bağıydı ve önderin de kendisini sevdiği aldanışıyla bu bağ güçlenmekteydi. Bireyler kendilerini önderle özdeşleştiriyorlar ve böylelikle ortak kimlikleriyle birbirlerine bağlanıyorlardı. Libidonun bu belirtileri daha temelde olan bir şeyi örtmekteydi. Bu örtülmekte olan da saldırgan dürtülerdi. Grup çöktüğünde saldırganlık şiddet boşalımları şeklinde ortaya çıkmaktaydı. Ya da güvenin yitimi panik şekilini alan bir endişeya yol açıyordu. Bireyleri gerçekten birbi-fine bağlayan, temeldeki imrenme ve saldırganlık duygularıydı. Popüler bir şarkıcı bir genç kız sürüsünü kendine çektiğinde, bu kızları birbirlerinin saçını başını yolmaktan alıkoyan tek şey, onların o genç adama karşı ortaklaşa duydukları hayranlıktı. “Sosyal duygular böylece önceden düşmanca olan duygunun, özdeşleşme niteliğinde olumlu bir yapışmasına dayanmaktadır… bütün bireyler hem eşit olmak, hem de bir kişi tarafından yönetilmek iste-inektedirler.” Freud’un bu sonucu, Hobbes’un toplumun kökenine ilişkin kuramından pek de farklı değildi. Thomas Hobbes’un 1651’de kaleme almış olduğu Leviathan, Freud’un aym düşünce sürecinde daha ileride de izlenebilecektir. Kitle Psikolojisi ve Ben Analizi’m esinlendirmiş olan en mühim dış etkinin ise I. Dünya Savaşı’mn sonunda 1918’de yüzlerce yıllık şaşmaz, yıkılmaz devletlerin, kesin egemen monarşilerin yıkılışı olduğu şüphesizdur. Freud o bir zamanların muhteşem K.

u.K. monarşisinin 1 payitahtı olan, o güzelim Viyana’da imparatorluğun yıkılışını bütün ayrıntı kısmıyla yaşamıştı. Yıkılışın ardından gelen panik ve kargaşanın en yakın ve anlayan tanığıydı. Habsburg’lann veda etmesiyle birlikte koca imparatorluk unufak oluvermiş, Macaristan, Çekoslovakya, Sırbistan, Hırvatistan ve Slovenya, Yukarı Tiroller ve Galiçya Avusturya’dan kopmuş, başkente korkunç bir şaşkınlık ve korku çökmüş, sokak çarpışmaları, ayaklanmalar birbirini izlemişti. Öbür büyük imparatorluklar daha da beter durumdaydı. Almanya halen durulmamıştı ve olduğu tünelin ucunda da halen hiçbir ışık görünmüyordu. Rusya büyük bir devrimle Romanofflan başından atmış, ama ardından son derecede kanlı bir iç savaşa düşmüştü. Osmanlı İmparatorluğu da yıkılıp gitmiş ve imparatorluğun temel unsuru olan Türkler bir kurtuluş savaşı sürdürüyordu. Ama o imparatorluktan kopmuş olan topraklarda durum feciydi. Daha önce de, 1871’de Prusya-Fransa Savaşı ve Paris Komünü ardından Batı Avrupa’da benzeri bir karamsarlığın meydana geldiği, isyanlar ve bölgesel savaşların birbirini izlediğine ilişkin olarak da çeşitli görüşler ileri sürülmüştü. Filozof Hyppolite Ta-ine Fransız devriminin tarihini yazmış ve ayaklanmalarla toplu katliamların sosyal ve psikolojik nedenleri üzerinde durmuştu. Taine’in düşünceleri ve bulgularım Fransa’da Gabriel Tarde “Les Lois de limitation” ve “Les crimes des foules” adlı yazılarında, İtalya’da da Scipio Sighele yazılarında işleyip geliştirmişlerdi. Tarde, taklit admı verdiği bir intrapsişik olgu düşünmekteydi. Taklit bilinçli veya bilinçsiz olabilirdi.

Bireylerde olduğu kadar gruplarda da ortaya çıkabiliyordu. Ona göre baba, oğlu için ilk tanrı, ilk rahip ve ilk modeldi. Oğulun babayı taklidi toplum şekillenişinin köklerinde yatan ilk olguydu. Bu süreç baskı veya zora değil prestije dayanmaktaydı. Prestij de Tarde’a göre hipnotizme andıran bir durumdu. Zekâya veya istem gücüne değil, irdelenemez bir fiziksel çekime bağlıydı. Ve bu çekimin “olasılıkla cinsellikle görünmez bir bağlantısı olabilirdi”. Tarde sevgi veya öfkeyle bir araya gelen kalabalıklardan söz ediyordu. Sighele de hiçbir kitlesel olgunun kalabalıkların tarihsel ve sosyal içeriği ve özgün kompozisyonu hesaba katılmaksızın anlaşılmayacağını belirtiyordu. Tarde, Taine ve Sighele’nin bu görüşlerini Le Bon almış, aşın basitleştirmiş ve Psychologie de foules (Kalabalıkların Psikolojisi) adlı yapıtında sunmuştu. Ona göre kalabalığa katılan bir kimse kendi bireyselliğini bırakmakta ve kalabalıktan bir parça “kalabalık ruhu” ödünç almaktaydı. Bu durum fakat insanlığın ilkel bir zihinsel konumuna hipnozda olduğu gibi gerilemiş olmakla açıklanabilirdi. Le Bon bu kavramını tarihteki çeşitli olay ve öykülere uygulamaktaydı. Bu kitap çağmda çok büyük bir başan kazandı. Çoğu için bu basitleştirilmiş kuramsı düşünceler tartışılmaz bilimsel gerçekler olarak kabul edilivermişti.

(Şimdi bile . özellikle sağ kanatta buna ilişkin, bu kitaptan yansıyan düşünceler bilimsel veriler gibi kullanılmaktadır.) İşte Freud’un yaklaşımı Le Bon’a karşı çıkmaktadır. Buna karşılık yakında zamandan irdelendiğinde Freud’un Tarde’a yaklaştığı sezilebilir. Tarde’m taklit (imitation) dediğine Freud özdeşleşme (Identifikation) demekte ve düşüncelerinin çoğu da Tarde’m psikanalitik kavramlarla anlatılmışım andırmaktadır. 1920 ve 1923’te art arda yayımlanmış olan Jenseits des Lustprinzips (Haz İlkesinin Ötesinde) ve Das Ich und das Es (Ben ve İd) adlı yapıtlar Freud’da yeni bir dönemeç oluşturmaktadır. Burada önceki bilinç, bilinçdışı, bilinçaltı gibi topik ayrımlar bırakılıyor, haz-hoşnutsuzluk gibi zıtlıkların önemleri azalıyor, libido kuramı, Oidipus karmaşası bile biraz kenara çekiliyordu. Artık yeni bir yapısal model, İd, Ben ve Üstben’den bir araya gelen katmanlar modeli öne geçiyordu. Freud’un bu son modeli o tarihten ölümüne kadar bütün klinik olgu çalışmalarında ön planda kalmıştır. Psikanalizin bundan sonraki gelişiminde de, bütün çatışma ve savunmaların mekânı olan Ben birinci önemdeki yerini sürdürecektir. İd ve Üst-ben, tıpkı dış stres ve travmalar, dürtüler ve güdüler gibi çok mühim etkenlerdi. Lakin Ben bütün bu etkileşimlerin olup bittiği sahne ve atölyedir. Freud’un son günlerinden başlayarak, psikanaliz okuluna Ben-analizi ve ardından da Kendilik kavramı hâkim olacaktır.

Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu PDF indir Tıklayın

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu