Stefan Zweig – Amok Koşucusu PDF Oku indir
Stefan Zweig – Amok Koşucusu PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Stefan Zweig – Amok Koşucusu kitabını araştırdık. Ayrıca Stefan Zweig tarafından kaleme alınan Stefan Zweig – Amok Koşucusu kitap özetinin yanı sıra, Stefan Zweig – Amok Koşucusu pdf oku, Stefan Zweig – Amok Koşucusu yandex, Stefan Zweig – Amok Koşucusu e-kitap pdf, Stefan Zweig – Amok Koşucusu PDF Drive, Stefan Zweig – Amok Koşucusu Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Stefan Zweig – Amok Koşucusu PDF indir Oku
Normandiya yolculuğu insanı bıktıracak kadar uzamıştı, fakat daha Courbépine’deki ilk gününde eski neşesine kavuştu. Yerinde duramayan, kıpır kıpır, sürekli olarak yeni şeyler peşinde koşan ruhu, kırlarda yaşanan o pırıl pırıl yaz günlerinin kucağına kendini atıverdi. Deli dolu şeyler yaptı, saçlarına açık renkli kurdeleler taktı, bembeyaz giysisiyle, içinde çoktan ölmüş olduğunu sandığı o ufak kız çocuğuna uyup ağaçlıklı yollarda koşarak, çitlerin üzerinden atlayarak, vızıldayan kelebeklerin peşinden koşarak eğlendi. Koştu da koştu ve senelerdır ilk kez yürürken bütün uzuvlarını ritmik bir biçimde gevşetmenin nasıl da büyük bir keyif verdiğini hissetti, sarayda geçirdiği günlerde unutmuş olduğu yalın yaşamın her yönünü büyük bir zevkle yeniden keşfetti. Zümrüt yeşili otların içinde yatıp gökyüzünü seyretti. Ne enteresan, senelerdır bir bulutu seyrettiği olmamıştı; Paris’in evlerinin üzerindeki bulutların da böyle güzel kenarlı, böyle puf puf beyaz, böyle tertemiz ve kaygan olup olmadığını merak etti. İlk kez gökyüzünü gerçek bir şey olarak hissediyordu. Gökyüzünün beyaz benekler serpiştirilmiş mavi kubbesi ona, bir zamanlar bir Alman Prensinin, doğum gününde armağan etmiş olduğu muhteşem Çin vazolarını anımsattı, ama bu gökyüzü çok daha güzeldi, çok daha dolu ve daha mavi ve ipek gibi yumuşacık, hoş, güzel kokulu havayla doluydu. Hiçbir şey yapmamak onu keyiflendirdi. Paris’teyken davetten davete koşardı, şimdi kendisini saran sessizlikse taze bir pınar gibiydi. Ver- sailles’da çevresini alan bütün bireylerin kendisi için önemsiz olduğunu, onları ne sevdiğini ne de onlardan nefret ettiğini, hepsinin tıpkı şurada, ormanın kenarında ellerinde iri, göz alıcı oraklarla duran ve ara sıra, belli etmeden, meraklı gözlerini kendisine çeviren çiftçiler kadar önemsiz olduğunu şimdi fark ediyordu. Coştukça coştu, genç ağaçlarla oyun oynadı, alçak dallara erişene kadar sıçradı, sonra dalları birden elinden bıraktı, birkaç beyaz çiçek onları tutmaya çalışan eline, senelerdır ilk kez çözülmüş saçlarına ok gibi düşünce de kahkahayla güldü. Aklı bir karış havadaki kadınların hayatlarının her anında sahip oldukları o muhteşem unutkanlıkla, sürgünde olduğunu, eskiden Fransa’da hükümdar olduğunu, şimdi kelebeklerle ve göz alıcı renkli çiçeklerle nasıl oynuyorsa bir zamanlar bireylerin yazgılarıyla da öyle oynamaya hakkı olduğunu unutuverdi; on, on beş yıl geriye gitti, Bayan Pleuneuf oldu, Cenevreli bir bankerin kızı, manastırın bahçesinde oyun oynayan, Paris’ten ve dünya çapından habersiz, ufak, sıska, coşku dolu, on beş yaşında bir kız oldu. Öğleden sonraları hizmetçilere buğdayın toplanmasında faydalı oluyordu; koca koca demetleri bağlamak, sonra da hızla arabanın üstüne fırlatmaktan müthiş keyif alıyordu. İlk başlarda çekinen, saygıyla geride duran bütün o bireylerin içinde, tepeleme doldurulmuş arabanın üstüne oturup ayaklarını sallandırıyor, oğlanlarla birlikte gülüyor, ardından dansa gidildiğinde de onların ortasında fır dönüyordu.
Bütün bunlar ona, saraydaki keyifli bir maskeli balo gibi geliyordu; nasıl güzel vakit geçirdiğini, saçlarında kır çiçekleriyle halka oyunu oynadığını, köylülerle aynı kaptan içki içtiğini Paris’te anlatmak için sabırsızlanıyordu. Versailles’dayken çoban oyunlarının kandırmaca olduğunu nasıl fark etmemişse, bütün bunların birer gerçek olduğunun da farkında değildi. Yüreği hep yaşadığı anın içinde kayboluyordu, gerçeği söylerken yalan dile getiriyor, kandırmak isterken dürüst davranıyordu; tek bildiği, ne hissettiğiydi. Şimdi de damarlarından mutluluk ve taşkınlık akıyordu, gözden düşmüş olduğunu söyleyen çıksa gülüp geçerdi. Ertesi sabah, günlerinin ışıl ışıl cıvıltısına kapkara bir sıkıntı damlası düştü. Burada, uyanmak bile insanın canını acıtıyordu: Düşsüz geçirilen kapkara bir gecenin ardından birden günün içine dalıveriyordu insan, tıpkı sıcak, bunaltıcı bir havada buz gibi suyun içine dalar gibi. Kendisini neyin uyandırdığını bilmiyordu. Işık yüzünden değildi, çünkü ıslak camların dışında, yağmurlu, soluk bir gün vardı. Gürültü yüzünden de değildi, çünkü ses duyulmazdı burada, yalnızca duvardaki tablolardan, ölmüş insanlar sabit, delici bakışlarla bakarlardı. İnsan uyanır, neden ve ne için uyandığını bilmezdi; burada onu kendine çeken, çağıran hiçbir şey yoktu. Paris’te uyanmanın nasıl da farklı olduğunu düşündü. Akşamları dans edilir, sohbet edilir, arkadaşlarla gece yarısına kadar birlikte olunur, sonra yorgunluğun arkasından gelen o muhteşem uykuveyalınır, ikazlmış duyular, uykudayken de renkli tablolar sunmaya devam ederdi. Sabahları, gözleri halen kapalıyken, düşünün içinden gelir gibi, ön odalardan kısık sesler duyardı; daha uykusu açılmadan, içeri dalarlardı: Fransız dükleri, ricacılar, sevgililer, arkadaşlar, bunların hepsi de ondan lütuf bekler, armağan getirirlerdi: coşkulu bir neşeyi. Herkes güler, gevezelik eder, dedikodu yapar, en son haberleri getirirdi onun yatağına. Ve o, en renkli düşlerin içinden doğrudan doğruya yaşamın akışının içine uyanıverirdi; düş görürken dudaklarına konan gülümseme uçup gitmezdi, ağzının kenarında asılı kalır, kafesindeki kuş gibi coşkuyla sallanırdı orada.
Gün başlayınca, bireylerin tablolarının yerini bireylerin kendileri alırdı ve bu insanlar onun yanında kalırlardı: giyinirken, gezintiye çıkarken, yemek yerken, ta gece geç saatlere kadar. Dans ederek, bitmek bilmez bir tempo içinde onun yaşamının çiçekli kayığını sallayan ve dalgalar gibi durup dinlenmeden kıpırdayan, kabaran bu gelgitin mırıltılar içinde kendisini alıp götürdüğünü hissederdi. Burada insan uyanınca, adeta günü kıyıdaki bir kayalığa fırlatılıyor, saatlerin sahilinde dimdik, kıpırtısız ve boş boş oturuluyordu. Canı kalkmak istemiyordu. Bir gün önceki eğlenceler çekiciliğini yitirmiş oluyordu, uçarı merakı, hemencecik tatmin olan türdendi. Oda boştu, havasız gibiydi, kendisini hiç kimsenin istemediği bu yalnızlık içinde o da kendisini bomboş hissediyordu, boş, yararsız, tükenmiş ve yıpranmış; neden burada olduğunu ve neden buraya geldiğini anımsaması için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Günden ne bekliyordu ki titrek, ağır adımlarıyla sessizliği durmadan kat eden saatine böyle huzursuzluk içinde bakıyordu? Sonunda hatırladı. Eski sevgilileri içinde ötekilerden daha fazla yakınlık duyduğu Alincourt Prensi’nden, sarayda olan bitenleri kendisine her gün atlı bir haberciyle ulaştırmasını rica etmişti. Bir önceki gün, ortadan kaybolmasının Paris’te yarattığı heyecan aklından tümüyle çıkıp gitmişti; şimdi bu zaferin tadını çıkarmak için yanıp tutuşuyordu. Çok geçmeden haberci geldi, ama haber gelmedi. Alincourt üç beş şey karalamış, kralın sağlığı, yabancı prenslerin ziyaretleri ile ilgili haberler vermiş ve kendisine esenlikler dileyerek mektubunu bitirmişti. Ne kendisi ne de ortadan kayboluşu ile ilgili bir tek sözcük bile yoktu. Kızdı kadın. Kaçtığı duyulmamış mıydı? Yoksa bu can sıkıcı kovuğa dinlenmek üzere geldiği yolundaki yalanlara gerçekten inanılmış mıydı? Saf, iriyarı haberci omuzlarını silkti. Bir şeyden haberi yoktu onun.
Kadın öfkesini gizledi ve Alincourt’a –isteksizliğini belli etmeden– yanıt yazdı, verdiği haberler için teşekkür etti ve kendisine haber yollamaya devam etmesini rica etti. Burada pek uzun kalmamayı umduğunu ama yine de yaşamından çok hoşnut olduğunu yazdı. Adama yalan söylemeye başladığının farkına bile varmamıştı. Ama burada gün ne kadar da uzuyordu. Saatler de tıpkı insanlar gibi ağır adımlarla ilerliyor gibiydiler, onları hızlandırmanın çaresini de bulamıyordu. Ne yapacağını bilemiyordu, içindeki sesler susmuştu, yüreğindeki neşeli müzik, kurma anahtarı kaybolan bir oyuncak saat gibi durmuştu. Her şeyi denedi, kitaplar getirtti ama en keyifli kitaplar bile adeta yalnızca birer yazılı kâğıttı. Üzerine bir huzursuzluk çökmüştü, senelerdır aralarında yaşadığı bireylerin özlemini çekiyordu. Anlamsız emirler vererek hizmetkârları oradan oraya koşturuyordu: merdivenleri gıcırdatan ayak sesleri duymak, insan görmek, haberciler gelip gidiyormuş gibi yapmak, kendini kandırmak istiyordu ama yaptığı bütün planlar gibi bu da başarıya ulaşmıyordu. Hem yemekten hem de odasından, gökyüzünden ve hizmetkârlarından tiksiniyordu; istediği bir tek şey kalmıştı: Gece ve iyi haberleri alacağı sabaha kadar çekeceği deliksiz, düşsüz bir uyku.