PDF

Taner Timur – Marksizm, İnsan ve Toplum PDF Oku indir

Taner Timur – Marksizm, İnsan ve Toplum PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Taner Timur – Marksizm, İnsan ve Toplum kitabını araştırdık. Ayrıca Taner Timur tarafından kaleme alınan Taner Timur – Marksizm, İnsan ve Toplum kitap özetinin yanı sıra, Taner Timur – Marksizm, İnsan ve Toplum pdf oku, Taner Timur – Marksizm, İnsan ve Toplum yandex, Taner Timur – Marksizm, İnsan ve Toplum e-kitap pdf, Taner Timur – Marksizm, İnsan ve Toplum PDF Drive, Taner Timur – Marksizm, İnsan ve Toplum Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.

Taner Timur – Marksizm, İnsan ve Toplum PDF indir Oku

Bu kitabımda, Batı dünyasında insan, toplum ve tarih konularında son haftalarda cereyan eden en dikkate değer tartışmalardan birini anlatmaya ve değerlendirmeye çalışıyorum. E. Balibar, L. Sève, P. Bourdieu ve (psikanalitik kuramla ilişkisi çerçevesinde) L. Althusser gibi düşünürleri ele aldığım bu çalışma, bir bakıma Felsefi İzlenimler (İmge, 2005) başlıklı kitabımın devamı sayılabilir. Burada bulunan yazılar da, öncedenkiler gibi Evrensel Kültür dergisinde (Eylül 2005-Ocak 2007) yayınlanmıştı. İncelediğim düşünürlerin ortak noktası, hepsinin de, farklı perspektiflerde, fakat Marksist veya Marx’tan etkilenmiş olarak, toplum ve insan sorunsalları üzerinde yoğun çalışmalar yapmış, büyük yankılar uyandıran eserler vermiş olmalarıdır. Aslını söylemek gerekirse hepsi de aynı kültür alanının (Fransız felsefe geleneğinin) temsilcileri olmakla birlikte, etkileri, tartıştıkları konuların evrenselliği bundan dolayı kendi ülkelerinin sınırlarını bi hayli fazla aşmış yer alıyor. Daha çok AngloSakson felsefesinin ve analitik Marksizmin tanındığı ve Fransa’da üretilen kuramların bile çoğu kez Anglo-Sakson kaynaklardan çevrildiği ülkemizde bu tarz bir çalışmanın yararlı olabileceğini düşündüm. Sözünü ettiğim tartışmaların temelinde “insan” faktörü yer alıyor: Öznelci felsefenin, psikoloji ve antropolojinin, ardından da psikanalizin temel “nesne” seçtiği bu varlık gerçekte nedir? Onu nasıl anlayabiliriz ve onun vasıtasıyla tarih ve toplumu nasıl değerlendirebiliriz? İnsan kavramı, bilimsel bir kuram için gerekli bir anahtar kavram sayılabilir mi? İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen senelerda, felsefe tarihçisi E. Bréhier, “Fransız felsefesinin dönüşümü”nü inceleyen eserinde, “aşkınlık” (transcendance) kavramının felsefeyi “istila etmiş” olmasını bu dönüşümün belirtilerinden biri olarak görüyordu. 1 Gerçekten de o zamanda Descartes’ın “Cogito”sunu yeniden okuyan ve değerlendiren Husserl’in fenomenolojik yöntemi, etkileri kısa bir sürede tüm dünyaya yayılan bir felsefe olmuştu. Düşünce yaşamına “Ego’nun aşkınlığı”nı sergileyerek başlayan Jean-Paul Sartre, felsefesi ve edebiyatı ile senelerca bu etkileri hem temsil etti, hem de çok daha kapsamlı bir alana yaydı. Fenomenolojik felsefe, düşüncenin kendi kendini yakalamaya ve kavramaya çalıştığı (introspectif ve reflexif) bir düşünce yöntemidir ve bu tarz bir felsefe Eski Yunan’a yabancıydı.

“Eski Yunan’da iç gözlem yoktu”, der antik felsefe uzmanı J-P. Vernant, “(Grek dünyasında) özne, kendi kendini bulacağı, daha doğrusu keşfedeceği kapalı bir iç dünya teşkil etmiyordu”. Kısa olarak, “Descartes’ın ‘düşünüyorum, o halde varım’ cümlesi bir Yunanlı için hiçbir anlam taşımıyordu”. 2 Descartes felsefesinin modernizmin adeta İncil’i sayılması biraz da bundan dolayıdir. Descartes, modernizmi, aklı her türlü önyargı ve bilgiden temizleyerek başlatmıştı. Yaklaşık üç yüz yıl sonra da, Alman filozofu E. Husserl, Descartes ile alakalı “meditasyon”larında Fransız filozofu övmüş ve kendi felsefesinin bir çeşit “neo-kartezyanizm” olarak adlandırılabileceğini söylemiştir. Husserl’e göre “gerçekten filozof olmak isteyen herkesin, yaşamında tek bir kez, içine kapanması ve kendi benliğinde o ana kadar kabul edilmiş tüm bilimleri dışlayarak onları yeniden kurmayı denemesi” gerekiyordu. Descartes’ın “Cogito ergo sum”u bu yüzden mutlu bir girişimdi; fakat ne yazık ki Fransız filozofu bu girişiminde yeterince radikal olamamış ve aklı zamanının “her türlü önyargısından temizleyememişti”. Ve Husserl’in Descartes’da önyargı olarak nitelediği doktriner temel de filozofun, a priori, “geometri yahut daha doğrusu matematiğe dayanan fiziği bilimsel ideal olarak benimsemesi” olmuştu. 3 Husserl felsefesi bilinci tamamen boşaltıyor ve başta geometri olmak üzere tüm bilimlerin temellerini sorguluyordu. * * * İkinci Dünya Savaşı ardından, insan ve kişilik kuramı başka bir damardan daha beslendi. Avrupa’da, bloklar arası ilişkilerin ve “barış içinde bir arada yaşama” diplomasisinin etkisiyle ve biraz da “totalitarizm” eleştirilerine yanıt oluşturması istenciyle Marksist felsefede de “insan faktörü” ön plana çıkmıştı. Bu akım en enteresan temsilcilerini, Marx’ın gençlik eserlerine öncelik veren ve genç Marx’taki “yabancılaşma” kavramına dayanan bir hümanizm anlayışını benimseyen Fransız Komünist Partisi kuramcılarında buldu. O sıralarda Parti’nin baş teorisyeni olan R.

Garaudy, “yabancılaşma” kavramına dayanan hümanist Marksizmi, sınıf kavgasını unutmadan, farklı kültür ve uygarlıklar içinde barış ve diyalogu en iyi sağlayacak kuram olarak görüyordu. Bu felsefe materyalist temelden hareket ediyordu ve idealizme, veya en azından düalizme götürecek “aşkınlık” düşüncesi bu felsefeye yabancıydı. Savaş senelerında ilk felsefesini fenomenolojik öznellik temeli üzerine kuran Sartre, ardından bu iki akımı bağdaştırmaya çalışmıştır. Gerçekten de Fransız varoluşçuluğunun kurucusu, 1950’lerde tarihi maddeci kurama yönelip, Marksizmi “çağımızın felsefesi” ilan ettiği zaman dahi ilk felsefesini yadsımamış, tersine varoluşçu hümanizmi Marksizme “antropolojik temel” yapmak istemiştir. Fransa 1940 ve 50’li senelerı felsefe alanında bu “sorunsal”lar çerçevesinde yaşadı. 1960’ların ortalarında Fransız felsefi peyzajı hızla değişmiş ve dil, antropoloji, psikanaliz gibi disiplinlerden beslenen bir “yapısalcı” akım düşünce yaşamında adeta tekel kurmuştur. Etkileri tüm dünya çapında hissedilen bu akım, öznelliği kuramsal açıdan açıklayıcı bir öğe olarak görmüyor ve “insan”ı, yalnızca “yapı”ların bir yan ürünü (“effet de structure”) olarak değerlendiriyordu. Böyle bir yaklaşımda, şüphesiz, hümanizme de yer yoktu ve yapısalcılara göre hümanizm bilimsel olarak temellendirilmesi olabilecek olmayan bir “ideoloji” idi. Althusser, felsefesinin temel öğelerinden “teorik anti-hümanizm”i böyle bir ortamda savunmaya başlamıştır. Gerçekten de XIX. yüzyıl ortalarında nasıl “mekanik” yorumlara karşı “organik” yorumlar ön plana çıkmışsa, yüz yıl sonra da öznelci yaklaşımlara karşı yapısalcı yaklaşımlar moda olmuştu. 1960’larda, kendisine yöneltilen totalitarizm eleştirilerine “güler yüzlü sosyalizm” anlayışıyla yanıt vermeye çalışan bir komünist partisinde, teorik planda da olsa, “anti-hümanizm” savunması tabi ki ki kolay değildi. Zaten Althusser’ci tezler FKP yönetimi tarafından hiçbir zaman benimsenmemiştir. Althusser’in kendisi de, ölümünden sonra yayına giren bir metinde, “hümanizm kavgası” adını verdiği bu tartışmaları nasıl birtakım rastlantılar sonucu ve çok çekingen bir psikoloji içinde başlattığını anlatmıştır. 4 Sartre sübjektivizmine karşı, Althusser’de insan ve yapı ilişkileri teorik temelini C.

LéviStrauss’un antropolojisinde değil, Lacan’ın dilci psikanalizinde bulmuştu. Lakin, Fransız filozofu, yaşamının son senelerında Lacan’dan (bu kitapta konuyla alakalı sayfalarda anlattığım koşullarda) koptuğu sırada bile öznelci yaklaşımlara iltifat etmemiştir. Althusser’in yaşam öyküsünü ve ana tezlerini öncedenki kitabımda anlatmaya çalışmıştım. Burada temel konularımdan biri Marksizmin “insan” öğesine karşı duruşunu irdelemek olduğu için, Althusser’in Lacan psikanalizi ile çatışmalı ilişkilerini daha ayrıntılı bir biçimde vermeye çalıştım. Althusserci kuram ve kavramlara karşı tavrımız ne olursa olsun, bu akımın Marksist tartışmaları Marx’ın gençlik eserlerinden Kapital’e aktarmış olmasını çok olumlu karşılamamız gereğine inanıyorum. Biraz da bu yüzden bu çalışmamdaki açıklamalara Althusser’in en yakın öğrencisi ve fikir arkadaşı olan E. Balibar’ın “Marx’ın Felsefesi”ni nasıl değerlendirdiğini özetleyerek başladım. Sanıyorum ki, temel tezlerde Althusser’den ayrılmamış olan Balibar’ın son elli yılın Marksist tartışmalarını çok yönlü ve çok düzeyli bir biçimde sunan eseri, tezlerini paylaşalım veya paylaşmayalım, böyle bir seçimi hak ediyordu. Balibar, kendisi de Althusser gibi, felsefeye son tahlilde “teoride sınıf kavgası”, Marx’ın düşüncesine de “felsefi alana dönüştürücü nitelikte bir müdahale” olmaktan öte bir statü tanımasa bile, çağdaş Marksizmin temel tartışma konularını çok düzeyli bir biçimde ortaya koymuştur. Öznelcilik ve yapısalcılık antinomisinden sonra Fransız felsefesinin tartışma konuları ve vardığı nokta nedir? Kuşkusuz çoğulcu yapıdaki bir düşünce alanında Hegelci bir “sentez” olgusundan söz etmek, gelişmeleri bi hayli fazla basite indirgeyen bir yaklaşım gibi görünebilir. Bunun yanında, bu kitabımda tartışma konusu yaptığım L. Sève ve P. Bourdieu’de böyle bir arayışın mevcut olduğunu da yadsıyamayız. Gerçekten her iki düşünür de bütün çalışmalarını öznellik olgusuyla toplumsallık olgusunu birlikte ele alan ve böylece yaşamın hiçbir boyutunu ihmal etmeyen bir kuram daha da ilerletmeye yöneltmişlerdir. Aynı zamanda Fransız Komünist Partisi yöneticilerinden olan filozof L.

Sève’in bu husustaki en mühim muhatabı parti içi muhalefeti temsil eden L. Althusser idi. Sève, Marksizmin teorik planda insanı dışlamadığını ve şimdilerde ihtiyaç duyulan bir “kişilik kuramı”nın felsefi temelinin Marx’ta olduğunu iddia etmiştir. Başka bir deyişle “hümanizm” bir ideoloji değil, bilimsel olarak da temellendirilmesi olabilecek olan bir ilke idi. Sève’in Althusser’le tartışmalarının da temelini oluşturan bu görüş en iyi ifadesini Marx’ın Feuerbach ile ilgili kaleme aldığı “6. Tez”de bulmuştu. İlginçtir ki “fiili gerçekliği içinde, insanın özü, toplumsal ilişkilerinin birlikteliğidir” diyen 6. tezi, Althusser, insanın bir “öz”ü, bundan dolayı da teorik bir statüsü olmadığı yönünde yorumlamıştı. Buna karşılık Sève, bizzat Marx’ın kendisinin de teoriye temel katkısı olarak kabul ettiği “emeğin ikili yapısı”ndan hareket ederek insanda öznelle toplumsalın bitişik yapı (juxtastructure) halinde olduğunu ve buradan hareketle bilimsel bir psikoloji, veya “biyografi bilimi”nin geliştirilebileceğini savunmuştur. Kuşkusuz bu çabasında L. Sève Marksist literatürle sınırlı kalmıyordu. Filozofumuz düşüncesini insan bilimlerini oluşturan tüm disiplinleri (klasik psikoloji, antropoloji, psikanaliz, davranışcı okul vb.) eleştiri süzgecinden geçirerek oluşturmuştur. Marx’ın yine Feuerbach ile ilgiliki bir tezinden etkilenen Bourdieu ise, öznellik ve toplumsallık “sentez”ine çok çeşitli kaynaklardan beslenen farklı kavramlarla varmaya çalışmıştır. Bourdieu’nün bu husustaki temel kavramları, “habitus” ve “alan” kavramlarıdır.

Marx’taki “sermaye” kavramını manevi değerleri de kapsayan “sembolik sermaye” kavramı içine yerleştirerek daha da genel bir kuram yaratmak isteyen Bourdieu’nün çağdaş düşüncenin ileri gelen temsilcileri içinde olduğu şüphesizdur. Onun düşüncelerini kavga ettiğim yazıların, Türkiye’de bu hususta zaten oluşmuş ilgiye bir ölçüde yanıt verebileceğini bekliyorum. Konumuz Marksizm, insan ve toplum olunca, kitabıma, son yüzyıl içinde Marksist kuramcıların psikanalize nasıl baktıkları hususunda yaptığım panoramik bir gezintiyi eklemeyi de uygun gördüm. Nihayet son senelerda giderek tüm disiplinleri etkileyen bilişsel (cognitif) bilimler hususunda en azından bazı temel tartışmalara değinmeyi böyle bir çalışmada kaçınılmaz buldum. Nörologların filozof, filozofların da nörolog olmaya çalıştığı bir dünya çapında, tüm doğa bilimcilerinin de konularına, Althusser’in “bilim adamlarının kendiliğinden materyalizmi” dediği mekanist felsefeyi aşarak, daha bilinçli bir biçimde eğildiklerini göze çarpıyor. Hegel’in dediği gibi hiçbir felsefe çağının poblemlerinı atlayamaz ve aslında her sistem çağdaşı olduğu poblemlerin değişik bir düzeyde, farklı şekillerde ifadesidir. Felsefi İzlenimler başlıklı kitabımda insan sorununu iki kutuplu bir dünya çapında, kapitalizm-sosyalizm antagonizmi içinde düşünen filozofları anlamaya ve anlatmaya çalışmıştım. Aslını söylemek gerekirse bu kitabımda ele aldığım filozoflar da düşüncelerini esas itibariyle aynı ikilem içinde geliştirdiler; fakat, sosyalist sistemin çöküşüne ve “küreselleşme” adı altında kapitalizmin, daha doğrusu finans egemenliğinin şahlanışına da tanık oldular ve bu olgu çözümlemelerini de etkiledi. Şimdi hangi noktadayız? Dünya nereye doğru koşuyor? Çeyrek yüzyıllık “küreselleşme” tecrübesinden sonra, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sonuçlanan hesaplaşmada kazançlı çıkan tarafın “insan” faktörü olduğunu söyleyebilir miyiz? Çağımızda küresel eko-sistemin tüm insanlığı tehdit eden yaralar aldığı, yoksulle zengin içindeki farkın giderek derinleştiği, ırkçı, milliyetçi ve dinci bağnazlıkların hızlıca yükseldiği kapitalist bir dünya çapında yaşıyoruz. “Küreselleşme” uygulamaları iktisat kuramını bir “teknisyenlik” şekline dönüştürdü ve “insan” faktörü makro-ekonominin ruhsuz sayıları ile mali analizcilerin borsa-faiz-kur beklentileri içinde kaybolup gitti. Yine de bu durumun kimseyi Berlin Duvarı’nın yıkılmasına esef edecek ve sosyalist sistemin yarattığı “homo sovieticus”e özenecek bir psikolojiye sokacağını sanmıyorum. Lakin, dünya ölçüsünde korkunç bir ticari yarışın er geç dünya para sistemini sarsacağı ve önümüzdeki zamanda “küresel köy”ümüzün yeniden çalkantılı bir döneme gireceği de kaçınılmaz görünüyor. Eğer bu sürede gözlerimiz, Sovyet tecrübesini de değerlendirerek, yeniden “insan” faktörüne çevrilmezse ve de “insan”ı “kutsal devlet”in, “toplumsal yapı”ların veya “kolektivist plan”ların bir parçası, büyük bir makinenin bir vidası olarak görmeye devam edersek bu kavgayı peşinen kaybedeceğimiz aşikârdır. Burada düşünce sitemlerini sunduğum filozoflar “insan ve toplum” ilişkileri alanında sözü en fazla geçmiş, en etkili olmuş, tezleri en fazla tartışma yaratmış düşünürler içinde yer alıyorlar. Ele aldığım konular tabi ki ki çok daha kapsamlı bir coğrafyayı kapsayan bir alanda çok daha ayrıntılı çalışmaları gerektiren konulardır.

Lakin, büyük bir iddia taşımayan bu kitapta yapmaya çalıştığım şeyin, çağdaş felsefi tartışmalarda güncel ve hassas bazı sorgulamaları yaşamın akışı içinde, bütün sıcaklığıyla yakalamayı denemek olduğunu söyleyebilirim. Kısa olarak çalışmam Batı düşüncesi ile felsefe alanında bir diyalog arayışıdır ve bu arayışta temel motifim kişisel tecessüsüm oldu. Bu sorunlar üzerinde yaşamının baharında kafa yormaya başlayanlar tabi ki ki çok daha sıkı bir diyalog içinde sözünü ettiğim ayrıntılı çalışmaları yapacaklardır.

Taner Timur – Marksizm, İnsan ve Toplum PDF indir Tıklayın

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu