PDF

Theodor W. Adorno – Minima Moralia PDF Oku indir

Theodor W. Adorno – Minima Moralia PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Theodor W. Adorno – Minima Moralia kitabını araştırdık. Ayrıca Theodor W. Adorno tarafından kaleme alınan Theodor W. Adorno – Minima Moralia kitap özetinin yanı sıra, Theodor W. Adorno – Minima Moralia pdf oku, Theodor W. Adorno – Minima Moralia yandex, Theodor W. Adorno – Minima Moralia e-kitap pdf, Theodor W. Adorno – Minima Moralia PDF Drive, Theodor W. Adorno – Minima Moralia Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.

Theodor W. Adorno – Minima Moralia PDF indir Oku

MİNİMAMORALİA, Adorno’nun başyapıtıdır. İlgilendiği bütün alanları bu kitaptaarada bir birkaç sayfalık tek bir fragman içinde- bir araya getirmiştir: Felsefe, günlük yaşam, siyaset ve işçi hareketinin tarihi, edebiyat ve müzik, psikoloji, Faşizm, ırkçılık ve savaş. Bir polemik kitabı olarak da görülebilir: Bütün bu konuları, karşılarında eleştirel bir tutum aldığı düşünce sistemleriyle (örneğin varoluşçuluk yahut psikanaliz) ve Heidegger gibi düşünürlerle kimi zaman açık kimi zaman örtük bir tartışma içinde işlemektedir. Adorno’nun kendine özgü yöntemi de bu kitapta en kuvvetli ifadesini bulur: İlk bakışta önemsiz görünebilen tek bir olay veya nesne (örneğin astroloji) Adorno’nun merceği altında, büyük tarihsel eğilimleri açıklayan bir şifre olarak belirmektedir. Sunuş yazısında kendisi şöyle diyor: “Kitabın her üç bölümünde de çıkış noktası, en dar haliyle özel alandır… Buradan toplumsal ve antropolojik boyutları daha belirgin olan düşüncelere geçilir; bunlar, psikoloji, estetik ve özneyle ilişkisi içinde bilimle alakalıdir. Her bölümün sonundaki aforizmalar da, bu düşünceleri felsefeye doğru geliştirir.” Ama bu parçalar kitabına herhangi bir yerinden girmek de olabilecekdür: Amacının “her noktası merkeze aynı uzaklıkta olan bir yazıya” ulaşmak olduğunu yine bu kitabın bir yerinde Adorno’nun kendisi söylemiştir.

Burada dostuma bazı parçalarını sunabildiğim kederli bilim, en eski çağlardan beri felsefenin asıl alanı olarak görülmüş ama onun yönteme dönüşmesiyle birlikte düşünsel ihmale, veciz keyfiliklere ve sonunda unutuluşa terk edilmiş bir bölgeyle ilişkilidir: Doğru yaşam öğretisi. Felsefecilerin bir zamanlar yaşam olarak bildikleri şey, önce özel yaşamın, sonra da yalnızca tüketimin alanı haline gelmiştir: Maddi üretim sürecinin bir eklentisi olarak onun peşinden sürüklenip giden, özerklikten yahut kendine ait bir tözden yoksun bir eklenti. Yaşamın en dolaysız hakikatini anlamak isteyen kişi, onun yabancılaşmış şekilini incelemek, bireysel varoluşu en gizli, en gözden ırak noktalarında bile tespit eden nesnel güçleri araştırmak zorundadır. Dolaysız olandan dolaysız biçimde söz etmek, yarattıkları kuklaları geçip gitmiş tutkuların ucuz mücevher benzeri taklitleriyle süsleyen o romancılar gibi davranmak olur. Bir makinenin parçalarından başka bir şey olmayan insanlar, böyle romanlarda, hâlâ özne olarak davranma kapasitesine sahip bireyler gibi sunulmaktadır bize – adeta hâlâ onların eylemine bağlı olan bir şey varmış gibi. Yaşama bakışımız, artık yaşam olmadığı gerçeğini gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür. Yaşamla üretim içindeki -ilkini ikincinin anlık bir görünüşüne indirgeyen- bu ilişki tümüyle saçmadır. Araçlarla amaçlar yer değiştirmiştir.

Lakin, bu ahmak quid pro quo’nun [bir şeye karşılık bir başka şey; alışveriş] farkında olan cılız bir sezgi de halen yaşamdan büsbütün silinmiş değildir. İndirgenmiş ve alçaltılmış öz, kendisini bir yüzeye dönüştüren büyüye karşı inatla direnmektedir. Üretim ilişkilerindeki değişmenin kendisi de, büyük ölçüde, yalnızca üretimin yansıma şekili ve gerçek yaşamın karikatürü olan “tüketim alanında” olup bitenlere, demek bireylerin bilincinde ve bilinçdışında yaşanan değişmelere bağlıdır. İnsanlar, fakat üretime karşı durarak, bu düzenin içinde büsbütün erimeyi reddederek insana daha yakışan bir dünyanın doğmasını sağlayabilirler. Tüketim alanının kendi kötü amaçları için savunduğu yaşam görünüşü de tümüyle silinecek olursa, mutlak üretim bütün vahşetiyle egemen olur. Yine de, yaşam görünüşe dönüştüğü ölçüde, özneden yola çıkan bir düşünüş de yanlışlardan kurtulamayacaktır. Tarihsel devinimin bugünkü evresinde kazandığı karşı konulmaz nesnellik şuan için yalnızca öznenin çözülmesine yol açtığı ve onun yerini de halen bir yenisi almadığı için, bireysel deneyim şu anda eski özneye dayanmak zorunda kalmaktadır. Tarihsel olarak bitmiş, mahkûm olmuştur bu eski özne: Hâlâ kendi-içindir, ama artık kendinde değildir. {1} Özne hâlâ kendi özerkliğinden emindir, ama toplama kamplarının özneye açıkça gösterdiği hiçleşme şimdi öznellik şekilinin kendisini de etkisi altına almaya başlamıştır. Öznel düşünüşte, kendine karşı eleştirel bir uyanıklık geliştirdiği anlarda bile, duygusal ve çağdışı bir yön mevcuttur: Dünyanın seyriyle alakalı bir yakınmayı andırıyordur – reddedilmesi gereken bir yakınma, ama içten olmadığı için değil, yakınan öznenin bu yakınma halinde tutulup kalması ve böylece dünyanın seyrine kendi payıyla katılması tehlikesine yol açtığı için. Kişinin kendi bilinç durumuna ve deneyimine sadakati, bireyseli aşan ve yapılmış olduğu maddenin adını koyan o sezişi inkâr ettiği ölçüde, her an sadakatsizliğe dönüşme olasılığıyla yüklüdür. İşte, yöntemi Minima Moralia’nınkini de belirlemiş olan Hegel de her düzeydeki öznelliğin sırf kendi-için-varoluşuna karşı geliştiriyordu savlarını. Yalıtılmış her şeyden nefret eden diyalektik teori, aforizmayı da düpedüz benimseyemez. En fazla, Tinin Fenomenolojisi’nin önsözünden alınma bir deyimle, birer “söyleşi” olarak hoş görebilir böyle özdeyişsel şekilleri. Ama bunun zamanı geçmiştir.

Yine de, bu kitap ne sistemin dışarda hiçbir şeyin kalmasına izin veremeyen bütünsellik iddiasını unutacaktır, ne de yine sistemin kendisinin bu iddiayı çelmelediğini. Hegel, başka her durumda tutkuyla savunduğu ilkeye özneyle ilişkisinde hiç saygı göstermemiştir: Konunun^içinde olmak ve “hep ötesinde olmamak”, “konunun içkin içeriğine) nüfuz etmek.” Eğer bugün özne kayboluyorsa, aforizmalar da “uçucu ve geçici olandaki özsel ve zorunlu olanı görme” görevini üstlenmek durumundadırlar. Hegel’in pratiğine karşı ama düşüncesine uygun olarak, negatiftik üzerinde ısrar eder aforizmalar: “Tinin yaşamı, fakat kendini mutlak parçalanmışlıkta keşfettiğinde kendi hakikatine erişir. Tin, bir şeyin boş, geçersiz veya sahte olduğunu söyleyip başka bir şeye geçen, bir pozitif olarak negatiften yüz çeviren bir güç değildir. Tin fakat negatifin yüzüne dimdik baktığında, yuvasını orada kurduğunda bir güç haline gelir.” {2} Hegel’in Kendi sezişine ters düşmek pahasına bireyi küçümseyişi, bir paradoks gibi gözükse de, liberal düşünüşle zorunlu içiçeliğinden kaynaklanıyordur aslında. Bütün zıtlıkları boyunca iç uyumunu koruyan bir bütünlük anlayışı, sürecin yöneltici uğraklarından biri olarak gördüğü bireyleşmeye, bütünün kuruluşunda yine de daha önemsiz bir rol vermeye zorlamıştır onu. Tarih-öncesinde {3} nesnel eğilimin insanları aşarak, hatta bireysel nitelikleri ortadan kaldırarak kendini ortaya koymasının ve genelle tikel içindeki barışın -düşüncede kurgulandığı halde- tarihte şimdiye değin hiçbir zaman gerçekleşmeyişinin bilinci Hegel’de bir çarpılmaya uğrar: Huzurlu bir aldırışsızlıkla bir kez daha tikelin tasfiyesi lehinde kullanıyordur oyunu. Yapıtının hiçbir noktasında bütünün önceliğine kuşkuyla yaklaşmaz. Hegel’in mantığında olduğu gibi tarihte de kendi üzerinde düşünen yalıtılmışlıktan yüceltilmiş bütüne geçişin tartışmalı niteliği ne kadar artarsa, varolanın meşrulaştırılması olarak felsefe de nesnel eğilimin zafer alayına o kadar büyük bir şevkle katılır. Bireyleşme denen toplumsal ilkenin sonunda yazgısallığın zaferine dönüşmesi de felsefeye bu açıdan yeterli vesile sunuyordur. Hegel, hem burjuva toplumunu hem de onun temel kategorisi olan bireyi hipostazlaştırırken, {4} ikisi içindeki diyalektiği yeterince çalıştırmamıştır. Bütünlüğün kendini üretmek ve yeniden-üretmek için tam da üyelerinin birbirine zıt çıkarları içindeki bağlantıları kullandığını klasik iktisatın yardımıyla görebilmektedir elbet. Ama birey kategorisinin kendisi, Hegel için çoğu zaman indirgenmez bir veridir: Tam da bilgi teorisinde çözdüğü, ayrıştırdığı şey.

Oysa bireyci bir toplumda geçerli olan, genelin kendini tikellerin karşılıklı etkileşimi aracılığıyla gerçekleştirmesinden ibaret değildir; birey de özünde toplumdan yapılmıştır. Bundan dolayı, toplumsal analizin bireysel deneyimden öğreneceği çok şey mevcuttur, Hegel’in teslim ettiğiyle karşı karşıya geldirılamayacak kadar çok; öte yandan, büyük tarihsel kategoriler de, işlenmesine yardımcı oldukları onca suçtan sonra, sahtekârlık şaibesinden muaf sayılamazlar artık. Hegel’in felsefesinin şekillenmesinden bu yana geçen yüz elli yıl içinde, karşı çıkış gücünün bir kısmı yeniden bireye geçmiştir. Bireyin deneyim zenginliği, iç farklılaşması ve canlılığı, Hegel’de karşı karşıya geldiğı o ataerkil ve küçümseyici ilgiye sığamayacak kadar büyüktür bugün: Toplumun toplumsallaşması bireyi ne kadar zayıflatmış ve temellerini çürütmüşse bu zenginlik ve canlılık da o kadar artmıştır. Bireyin çürüme zamanındaki öz-deneyimi ve karşı karşıya geldikları, bir kez daha bilginin kaynaklarından biridir şimdi – o birey ki, hiç tınmadan kendini pozitif bir biçimde egemen kategori olarak kurguladığı bütün bir dönem boyunca bu bilgiyi yalnızca karartmak ve bulandırmakla kalmıştı. Farklılığın silinmesinin tek başına bir amaç ilan edildiği bu totaliter korolar zamanında, kurtuluşun toplumsal gücünün bile bir kısmı geçici olarak bireysel alana çekilmiş olabilir. Eğer eleştirel teori orada oyalanıyorsa, yalnızca suçlu bir vicdanla yapmıyordur bunu. Ama böyle bir denemenin tartışmalı bir yönü olduğunu da inkâr edemem. Bu kitabın büyük kısmı savaş sırasında, düşünmenin zorunlu olarak düşüncelere dalmak ve seyretmek manasına geldiği bir zamanda yazılmıştı. Beni kovan şiddet, böylece kendisini tam anlamıyla anlamamı da engellemiş oluyordu. Sözü edilemeyecek kadar korkunç kolektif olaylar karşısında bireysel konulardan hâlâ söz açabilmenin de bir suç ortaklığı içerdiğini kendime itiraf edememiştim halen. Üç bölümde de çıkış noktası en dar haliyle özel alandır: Göçmen aydının özel alanı. Buradan toplumsal ve antropolojik boyutları daha belirgin olan düşüncelere geçilir; bunlar, psikoloji, estetik ve özneyle ilişkisi içinde bilimle alakalıdir. Her bölümün sonundaki aforizmalar da, bu düşünceleri felsefeye doğru geliştirir, kesin ve kapsayıcı olma iddiası taşımadan: Hepsinin amacı, kurcalanması gereken bazı noktaları belirtmek yahut ardındanki bir zorlu düşünme çabası için ufak modeller sunmaktır. Bu kitabın yazılmasının dolaysız vesilesi, Max Horkheimer’in 14 Şubat 1945’te kutlanan ellinci yaş günüydü.

Kompozisyon, dış koşullar sebebiyle ortak çalışmalarımıza ara vermek zorunda kaldığımız bir zamanda yapıldı. Şükran ve sadakati, bu kesintiyi yok sayarak göstermeyi amaçlıyor kitap. Bir iç diyaloga tanıklık ediyor: Hiçbir düşünce yok ki burada, onu kâğıda geçirmeye vakit bulmuş adam kadar Horkheimer’e de ait olmasın. Minima Moralia’nın özgül yaklaşımı, paylaştığımız felsefenin kimi yönlerini öznel deneyim yönünden sunma çabası, parçaların, parçası oldukları felsefenin isteklerini tam anlamıyla yerine getirmemelerini de zorunlu kılıyor. Biçimin bağlayıcı olmayan ve bağlantısız niteliği, belirtik teorik tutarlılığın reddedilmesi, bunun bir ifadesidir. Aynı zamanda bu azla yetmiş, fakat iki kişi tarafından gerçekleştirilebilecek bu işin yalnızca biri tarafından inatla sürdürülmesinin doğurduğu haksızlığı da bir ölçüde hafifletebilecektir belki. Bunun yanı sıra, bu ortak çabalardan bugün de vazgeçmiş değiliz.

Theodor W. Adorno – Minima Moralia PDF indir Tıklayın

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu