PDF

Türkiye Tarihi 2 – Osmanli Devleti 1300-1600 PDF Oku indir

Türkiye Tarihi 2 – Osmanli Devleti 1300-1600 PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Türkiye Tarihi 2 – Osmanli Devleti 1300-1600 kitabını araştırdık. Ayrıca Kolektif tarafından kaleme alınan Türkiye Tarihi 2 – Osmanli Devleti 1300-1600 kitap özetinin yanı sıra, Türkiye Tarihi 2 – Osmanli Devleti 1300-1600 pdf oku, Türkiye Tarihi 2 – Osmanli Devleti 1300-1600 yandex, Türkiye Tarihi 2 – Osmanli Devleti 1300-1600 e-kitap pdf, Türkiye Tarihi 2 – Osmanli Devleti 1300-1600 PDF Drive, Türkiye Tarihi 2 – Osmanli Devleti 1300-1600 Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.

Türkiye Tarihi 2 – Osmanli Devleti 1300-1600 PDF indir Oku

Bu ciltte Osmanlı tarihinin ilk üç yüzyılını ele alacağız. Bununla alakalı olarak söylenebilecek bazı şeyler var. Bir kez Osmanlı Devletinin Türklerin İlerlemesinde ve gelişmesindeki büyük rolünü vurgulamak ve bunun için özel ikle onu önceki büyük Türk devletleri, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devletleriyle karşı karşıya geldirmak yerinde olur. Yüzeysel bir bakışla dahi çok mühim farklar göze çarpmaktadır. Selçuklu devletleri, hanedanları ve kuvvet aldıkları tabanları itibariyle Türk devletleri olmalarına rağmen, resmi dil eri Farsçaydt. Demek ki bunlar, her gün: konuştukları, ana dil eri olan Türkçenin bir yönetim dili olabileceğini pek düşünemiyorlardı. Ya Türkçeleri böyle bir işleve uygun değildi, yani halen ilkel bir durumdaydı, veya dil eri resmî dil olmaya uygunydi fakat onlar bunun farkına değil erdi, yani bir bilinçsizlik söz konusuydu. Oysa Karaman Beyinin tarihî (1277) karariyle birlikte Anadolu’nun ve bu arada Osmanlı Beyliğinin resmî dili Türkçe olmuştur. İkinci bir fark, Selçuklu devletlerinin göçebeliğe daha yakın oluşlarından kaynaklanıyordu. Nizamülmülk’ürt Siyasetn&me’sinde bunun birden fazla izlerine rastlıyoruz. Selçuklu başkentlerinin değişkenliği de belki buna işaret sayűabilir. Aynı biçimde Anadolu Selçuklularının esas yurt olarak Anadolu yaylasını kabul ettiklerini, kıyılardan adeta uzak durduklarını, ve dışa açılan birer ‘pencere’ olarak Sinop ve Antalya ite yetindiklerini göze çarpıyor. Osmanlıların ise yayla kadar kıyılara da önem verdikleri söylenebilir. Gerçi Osmanlı Devletinde de Türk halkının Önemli bir bölümü gö~ cebeydi ve bunların varlığı Devletin yapısında belirleyici bir rol oynuyor-du. Lakin Osmanlı bey ve padişahları göçerlerin gem tanımayan dinamiz-mini, düzenli fetihler, akut ve savaşlarla dışa yöneltiyorlardı.

Böylelikle Türk halkının yerleşikliğe geçiş sürecinin göçebelerce fazla aksatılma-dan, devleti parçalayarak altüstlüklere pek uğramadan gelişmesine olanak tanınmış oluyordu. Sürekli fetih ve istila siyasetinin güdüsü bir ölçüde bu olmak gerekir. Denebilir ki, Osmanlı’da açık seçik görülen ve devletçe özdendirilip yönlendirilen yerleşikliğe geçiş süreci, daha erken etaptaki Selçuklu devletlerinde o denli belirgin değildi. Demek ki Türkçeyi resmî dil yaparak kişiliğini bulmuş olan ve yerleşikliğe geçiş sürecini dana belirginleştiren Osmanlı Devletinin kurumsallaşması çok daha ileri derecededir. Dolayısıyla Osmanlı tarihinin Türkiye yönünden birinci derecede oldukça önemi mevcuttur. Üzerinde durulabilecek bir başka nokta, Türklerin yurtları ite alakalı’ dir. Türklerin ilk yurdu Orta Asya idi. Çinliler Türk akınlarım önlemek için Çin şeddini inşa etmişlerdi. Birinci cildin önsözünde değindiğim gibi, Türkler, Çin şeddinin ötesinde, Orta Asya’da, çok çetin iklim ve arazi şartlarında göçebe hayvancılıkla geçinmeğe çalışıyorlardı. Türklerin bundan sonraki yurdu olan, Hazer Denizinin doğusundaki Maveraünnehir ve Horasan bölgesi de büyük ölçüde çölden ibaretti. Derken Türkler Anadolu’ya geldiler. Buranın coğrafî özel ikleri Türklerin toplumsal gelişmesinde büyük bir paya sahiptir. Anadolu’nun mühim ölçüde yayla ve dağlık oluşu hayvancılık yapan göçebelere bildikleri ve ihtiyaçları olan bir ortamı sağlıyordu. Lakin bu yaylanın birden fazla yerinde tarıma uygun ova ve vadiler de vardı —örneğin, Konya, Eskişehir, Ankara gibi büyük ovalar. Yaylayı çevreleyen dağların ötesinde de bereketli kıyı ovaları sıralanıyordu— Karadeniz, Akdeniz ve özel ikle Ege ile Marmara bölgelerinin ovaları gibi Anadolu’nun çok mühim diğer bir özel iği, hiçbir yerinin çöl olmayışı, arazinin uygun olduğu her yerde tarıma imkân verecek derecede yağmur yağmasıydı.

Bu, Anadolu’yu hem Orta Asya’dan, hem Maveraünnehir ‘den, hem Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan ayıran çok mühim bir özel ikti. Başka bir deyişle, Türkler, bu kıtada tedricen, alıştıra alıştıra —bu sayede toplumsal ve kişiliksel çok büyük bunalımlara fazla düşmeden— yerleşikliğe, çiftçiliğe geçişin İdeal koşul arını buldular. Yaylanın, dağın yont başında ova ve vadi vardı. Göçebe, çiftçiyi göre göre kendisi de gün geldi, çiftçi oldu. Anadolu’da nüfus yoğunluğunun fazla olmaması, genel ikle bu geçişin nispeten kavgasız gürültüsüz olmasına neden oldu. Metin Kunt’un yazmış olduğu siyasal tarih bölümü okununca anlaşılacağı üzere, «klasik», yani en kuvvetli zamanındaki Osmanlı Devletinin doğu istibdadı (şark despotizmi) niteliği hayli belirgindir. Bu niteliğin hangi usul ve mekanizmalarla sağlandığını görelim. 1. Kul Sistemi : Sarayın müthiş gücünü, mutlakiyetini sağlayan mekanizmalardan birincisi kul sistemiydi. Osmanlı ülkesinin ulemadan olmayan bütün yöneticileri kul statüsü/ideydiler. Kul demek, kamu kölesi, devlet kölesi demekti. Bunların boyunları kıldan inceydi. Yani, padişah, bunları mahkemeye vermeden idam ettirebilirdi. Bunun için, arada bir şeyhülislamdan fetva almıyordu ama, şart da değildi. Esasen padişah yahut sadnâzamm siyaseten katil gerekip gerekmediği sorusuna olumsuz fetva vermek pek görülebilen şeylerden değildi.

Mumcu, Siyaseten Kati eserinde idam kararlarının genel ikle sükû-netle karşılandığmı, direnme veya kaçma gibi tepkilerin çok nadir olduğunu kaydetmektedir. Başka bir deyişle, «Ya devlet başa, ya kuzgun leşe» atasözüyle de belirtildiği üzere, idam cezası yöneticilik mesleği-nin adetâ ‘olağan’ bir meslek riski gibi karşılanıyordu. (Topkapı Sarayında Yaşam, 5. İH) Tavernİer de, İstanbul’dan yüzlerce kilometre uzakta bir paşanın idam emrinin nasıl dırıltıstz yerine getirildiğini anlatır. Onun anlatışına göre, kaçma, veya direnme ihtimallerini iyice azaltmak için İstanbul’dan gelen görevli kapıcıbaşı yahut bostancı, paşanın divanı toplamasını istermiş. Kati fermanını divan huzrunda sunarmış: «Paşa bu mektubu büyük bir saygı içinde alır, üç kez alnına sürdükten sonra açar ve okur. Verilen ölüm emrini şu sözlerle yanıtlar: ‘Padişahımın emri yerine getirilecektir. Bana yalnızca, dua etme (namaz olacak) zamanını tanı.» Reşad Ekrem Koçu, (Topkapı Sarayı, s. 33), padişah istibdadının sadrıâzam ve vezirlerde ne gibi duygular uyandırmış olabileceğini şöyle canlandırıyor: «Padişahın sonsuz salahiyetli vekili sıfatiyle dilediğini bir emri, işareti ile yok ediveren Saârıâzam Paşa, göz kamaştıran bir haşmet ifade eden maiyetiyle Babı Hümâyûndan at ile girip Orta Kapu önünde atından inerek ayağını Orta Kapunun eşiğinden içeriye attı mı, o anda âdeta bir hiç oluverirdi. Saray protokolü icabı fevkalâde hürmetkârane karşılanır, kub-bealttna sânına lâyık izzetle götürülür, orada toplanan Divânı Hümâyûnda riyaset makamına oturur, Divânın sair âzasiyle birlikte Padişah adına koca bir İmparatorluğun mukadderatma müteallik emirler verirdi. Lakin her an kendisini Hükümdarının pençesinde hissederdi. Pâdişâh: «.Kaldırın şunu!» dedi mi, o sonsuz salâhiyetti makamından kaldırılır, koynun-dan Sadâret alâmeti, tılsımı olan ve al atlastan bir kese içinde bulunan «mührü hümâyûn» alınır ve cel ât kemendi boynuna geçiriverirdi. Kimse «niçin?» diye soramazdı.

İnsanı ne doğruluk, ne sadâkat, ne iffet, ne namus, ne hizmet, ne celâdet, ne vekar ve asalet, hiçbir kıymet ve fazi-let kurtaramazdı. Sadırâzamı başta olduğu için misal olarak aldım. Orta Kapudan içeriye giren diğer devlet erkânı için de hal aynıdır, bir saç teline bağ” lanmış Demokles’in kılıcı başlarının üzerindedir. Onun içindir ki Saraya gelen bir Sadırâzam ayağım Orta Kapunun eşiğinden dışarıya doğru attı mı; geniş bir nefes alır, yeniden doğmuş gibi olur ve elinin cömertliği ölçüsünde sadaka dağıtırdı.» Kul olmanın diğer bir sonucu müsadereydi. Katledilen yahut eceliyle ölen kulun malt ve mülkü olduğu gibi devlete yani Saraya kalırdı. Böylelikle Saray dışında büyük bir servet birikiminin oluşması mühim ölçüde önlenmiş olurdu. Bu da bizi istibdadın ikinci mekanizmasına getiriyor, 2. Servet Birikimine Karşı Olumsuz Tavır : Herhalde padişahın gözünde yöneticilerin büyük servetleri ya devletten kaynaklanıyordu, veya devletin verdiği yetkilerin kötüye kul anılması sonucuydu. Üstelik köle-lik hukukunda, kölenin mirasçısı onun sahibi oluyordu —efendisi onu ölümünden önce azad etmiş olsa bile. Bu bakımdan ölen yöneticilerin malvarlığına elkonması Saray yönünden haklı gibi görünmekte olmalıydı. Ama büyük servetlere karşı olumsuz tavrı asıl, Sarayın daima gelenekçi loncalara arka çıkarak, kapitalizme yönelik gelişmeleri önlemesinde görebilinmekte. Sarayın bu tutumunda Sabri ÜlgcnerVn incelemiş olduğu ortaçağ zihniyet ve ahlâkı kadar, kendi istibdadına rakip olabilecek servet birikimlerini yaşatmamak güdüsü de rol oynamış olabilir. Büyük ulema aileleri dışında büyük sermayeye fakat onsuz olmaz alanlarda —yani şehirler, bölgeler, ülkeler arası ticarette ve sarraflıkta — tahammül ediliyordu. Ulema ailelerinin servet biriktirmesine tahammül edilmesi ise herhalde dine ve din adamlarına olan saygının bir gereği sayılıyordu.

Esasen bunların yürütmeyle alakalı yetkileri (yerel nitelikte kadılık düzeyi dışında) asgarîde olduğu için, iktidara karşı bir tehdid oluşturmuyorlardı. 3. Hanedanla İlgili Yöntemler: a. Kardeş Katili : Osmanlı istibdadı istibdadın şahikalarındandt denebilir sanıyorum. Amaç padişahı ülkenin biricik zirvesi haline getirmekti. Bunun için Fatih Sultan Mehmet ünlü Kanunnamesinde kardeş katline cevaz vermişti: «Ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola karındaşların nizam-t âlem için katletmek münasiptir ekser ulema dahi tec-viz etmiştir anınla âmil olalar.» Böylelikle Osmanlı hanedanı kendi kendini ‘tükettiği’ için (hattâ Kanunî İki kez IH. Mehmed bir kez evlat katili dahi olmuşlardı), neslinin tükenmemesi için öte yandan da müthiş bir gayret sarfetmesi gerekiyordu. Bol kadınlı harem yaşamı bîr ölçüde bunun için vardı herhalde. Her cülustan sonra yapılan ufak çapta Osmanlı katliamlarım bu biçimde dengelemek gerekiyordu. Demek ki kardeş katlinin mühim bir amacı, padişahın istibdadını kuvvetlendirmek, onu onsuz olmaz duruma getirmekti. b. Haremi Sadece Cariyelerden Oluşturmak : Yine istibdadı pekiştirmek amacına yönelik bir .uygulama. II.

Beyazıt’a kadar, kısmen de olsa padişahlar, prensesler, bey kızları, aile kızları ile evlenirlerken, II. Beyazıt’la» sonra yalnızca cariyelerle evlenmişlerdir. Uluçay bunu iki sebebe bağlıyor (Harem II, s. 40). Biri, «zaferden zafere koşan» Osmanlı padişahlarının kendilerini başka hanedanlardan çok üstün saymaları, di-geri de çok evlilik yaptıkları için düğün masraflarından kaçınmaktır. Bu iki neden de inandırıcı gözükmüyor, Osmanlıların hanedan beğenme-mekten ötürü kölelerle evlenmeleri düşüncesi «papaza kızıp oruç bozma»

Türkiye Tarihi 2 – Osmanli Devleti 1300-1600 PDF indir Tıklayın

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu