Orhan Hançerlioğlu – Düşünce Tarihi PDF Oku indir
Orhan Hançerlioğlu – Düşünce Tarihi PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Orhan Hançerlioğlu – Düşünce Tarihi kitabını araştırdık. Ayrıca Orhan Hançerlioğlu tarafından kaleme alınan Orhan Hançerlioğlu – Düşünce Tarihi kitap özetinin yanı sıra, Orhan Hançerlioğlu – Düşünce Tarihi pdf oku, Orhan Hançerlioğlu – Düşünce Tarihi yandex, Orhan Hançerlioğlu – Düşünce Tarihi e-kitap pdf, Orhan Hançerlioğlu – Düşünce Tarihi PDF Drive, Orhan Hançerlioğlu – Düşünce Tarihi Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Orhan Hançerlioğlu – Düşünce Tarihi PDF indir Oku
GÖK BOŞLUĞUNDA BİR DÜNYA Milyonlarca yıl önce, SUDA BİR HÜCRE Canlılığın gerçekleşebilmesi için hücre (cellule) yaşamına uygun bir ortam oluşmalıydı. İşte, canlılığın ilk adımı olan hücre, okyanusların bu tuzlu sularında gerçekleşmiş olmalı. Bilgin Oparin, hidrokarbonların, tuzlu suyun etkisiyle inorganik karbon bileşimlerinden yaşandığini tanıtlamış yer alıyor. Okyanuslarda erimiş olarak bulunan hidrokarbonların birbirleriyle birleşerek git gide daha gelişmiş bileşikler meydana getirmiş olmaları düşünülebilir. Kimya laboratuvarlarında yapılabilen bu bileşiklerin, geniş okyanus laboratuvarlarında da yapılabileceği yadsınamaz. Bu bileşiklerin içinde, canlılığın temel özdeği olan proteinler de mevcuttur. Proteinler, amino asitler adı verilen fazla ufak parçacıklardan meydana gelmişlerdir. İçlerinde karbon, hidrojen, oksijen, azot ve kimi durumlarda da fosfor ve kükürtlü elementler bulunur. Canlılığın en gerekli özdeği olan enzimler de proteinlerden başka bir şey değildirler. Canlı hücrenin plazmasının büyük bölümü proteindir. Bütün canlı organizmaların bileşimini meydana getiren bu canlı özdeğe protoplazma denir. En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün canlılar, içlerinde protoplazma bulunan hücrelerden dokunmuştur. YAŞAMAK Yaşamak, devimlilik (çalışma) demek. Taşıyla toprağıyla, göğüyle yıldızıyla tüm evren yaşamakta. Ama biz insanlar bu deyimi, gözlerimizle görebildiğimiz kımıltılar ölçüsünde kullanmışız.
Bitkilerle hayvanları canlı, bunların dışındaki tüm nesneleri cansız saymışız. Öyle olsun. Biz de, gerçekte halen bir başlangıç olduğu halde bizlere pek uzun gelen insanlık macerasımizde bu yanlış anlamı sürdüreceğiz. Bu anlamda yaşam, protein özdeğinin varlık şekilidir ve bütün gizleri çözümlenmiştir: Yaşam, bir özdeğin (maddenin) başka bir özdekten bir şeyler alması ve başka özdeklere bir şeyler vermesiyle gerçekleşiyor. Canlanma, böylesine bir alışverişle başlamaktadır. Bu alışverişi sağlayan da doğanın yansıma (in’ikas, reflexion) özelliğidir. Doğada her nesne başka nesneleri yansıtır ve başka nesnelerde yansır. Cansız doğada bu yansıma, örneğin suyun güneşi yansıtması ve güneşin suda yansıması gibi, pasif bir olgudur. Bu pasif yansıma, uzun bir gelişme süreci sonunda, protein özdeğinde aktif bir yansımaya ulaşmıştır. Protein özdeği, artık çevresinin etkilerine aktif tepkiler göstermeye başlıyor ve bunu yaparken de yeniden kazanmak zorunda olduğu bir enerji harcıyor. Demek ki bu enerjiyi etrafından geri alma kabiliyetini oluşturmaktan başka çıkar bir yolu yok. Protein özdeğinin çevresiyle bu sürekli olarak özdek alışverişi mayalanma (fermentation) özelliğini oluşturmuştur. Mayalanma da, zorunlu olarak, metabolizma (değiştirme ve dönüştürme) olayını gerçekleştiriyor. Metabolizma çelişkili bir zamantir, hem özümler hem ayrıştırır. Bir yandan besinsel özdekler canlı dokulara dönüştürülürken, öbür yandan canlı dokular cansız özdeklere dönüştürülür.
Soğuyan gaz bulutundaki o güzelim yaşam, böylelikle başlar: Cansız doğadaki yansıma, bu canlı organizmanın oluşumuyla yaşambilimsel (biyolojik) bir yansımaya, ikazlganlığa (tenbih kabiliyetine) dönüşmüştür. Canlı organizmanın gelişmesi, zamanla, daha yüksek bir yansıtma şekili olan duyum (ihsas)’ları oluşturacaktır. Giderek, çok daha yetkin bir yansıtma aracı olan sinir sistemleri yaşanacaktir. Canlı organizmanın en gelişmiş şekili olan insandaysa düşünme ve bilgi edinme süreci, çok özelleşmiş bulunan bu sinirler aracılığıyla başlar. insanın dışında bulunan tüm nesnel gerçeklik bu sinirler aracılığıyla yansır ve bilgileşir. Ne var ki, kısaca özetlediğimiz bu pek açık ve yalın sonuca varmak için, yüzlerce bilginin bilimsel çabaları ve bulguları gerekmiştir. YERYÜZÜNDE BİR İNSAN Taşlardan, topraklardan, madenlerden; bitkilerden, hayvanlardan insana kadar gelen bu süreç, ne türlü bir zamantir? Bu akıl durdurucu görünümün altında yatan nedir? Şimdi artık bu çok yalın doğa yasasını açık seçik bilinmekte. Milyonlarca yıl süren bu dramatik macerasın altında yatan, doğanın evrensel evrim yasası’dır. Ama bu yasayı bilimsel olarak açıklayabilmek için Charles Darwin (18091882) gibi bir bilgin gerekiyordu. Öküze, muhafaza edilmesi için, boynuz verilmiş. Ya mürekkepbalığı korunmayacak mı? Onun da boyası var. Mürekkepbalığı öylesine boyar ki suyu, saldıranlar ne etseler onu bulamazlar. Boynuzsuz, boyasız tavşan da çevik bacaklarına güvenir. Kuşlar kanatlanıp uçarak kendilerini kurtarırlar. Ya boynuzsuz, boyasız, kanatsız, hantal bacaklı insan? Onu da usu (aklı) koruyacak.
İyi ama neden kimine boynuz, kimine boya, kimine çevik bacak, kimine kanat, kimine us? Misal verilecek olursa bütün varlıklar boynuzlu olamazlar mıydı? Bu soruya Darwin’den fazla önce Fransız bilgini Jean Lamarck (1744-1829) karşılık vermişti: Hayır, olamazlardı. Çünkü her varlık; içinde varlaştığı özdeksel koşullara göre oluşuyordu. Ne türlü koşullar içindeyse o türlü olmak zorundaydı. Kuşu varlaştıran koşullar çevik bacakları gerektirmediği gibi öküzü varlaştıran koşullar da usu gerektirmiyordu. Gereksinme (ihtiyaç) organ yaratmaktaydı. Buna karşı, artık gereksenmeyen organlar da köreliyor ve ortadan kalkıyorlardı. Ortamın zorlamasıyla yaşanan özellikler kalıtımla kuşaklardan kuşaklara geçiyor, geçerken daha da gelişiyorlardı. Misal verilecek olursa zürafa, önceleri otla beslendiği için normal boyunlu ve normal bacaklı bir hayvandı. Yaşadığı çevre çölleşince başka bir çevreye geçerek yiyeceğini yüksek dallardan sağlamak zorunda kalmıştı. O yüksek dallara ulaşabilmek için de zorunlu olarak bacakları ve boynu uzamıştı. Ne var ki bu karşılık evrimi açıklamaya yetmiyordu. Daha başka ve haklı soruları da karşılayabilmek gerekiyordu. Çevresel koşulların etkisiyle varlaşan özellikler nasıl oluyor da kuşaklardan kuşaklara geçebiliyordu? Ortam adı verilen bilinçsiz bir güç bu kadar düzenli ürünler meydana getirebilir miydi? Darwin’in oldukça önemi, bu soruları bilimsel olarak karşılamasındadır. Darwin bu alana bol sayıda bilimsel ispatlar getiriyor. Kendinden önce bu alanda çalışan Lamarck, Diderot, Robinet, Charles de Bonnet vb.
gibi evrimcilerin kuramsal varsayımlarını düzeltiyor ve bilimsel olarak doğruluyor. Bilhassa Lamarck’ın soyaçekim ve çevreye uyma varsayımlarını çiçeği burnunda doğal ayıklama ve yaşama savaşı bulgularıyla güçlendiriyor. Darwin’e göre yaşam kasırgası içinde fakat yaşama gücü olanlar canlı kalırlar ve türlerini sürdürürler. Bu, bir doğal ayıklanma veya doğal seçme (selection naturelle)’dir. Yaşama savaşında ayakta kalanlar belli özellikler gösterenlerdir. Bu özellikler, soyaçekimle yeni kuşaklara geçmektedir, hem de daha gelişerek. Bitki ve hayvan yetiştirenler kuraldışı (müstesna) özellikler gösterenleri birbirlerine aşılaya aşılaya yeni türler elde ederler. İnsanların bile yapabildiği bu aşılamayı doğa daha rahatlıkla ve doğal olarak yapmaktadır. Gerçekten de, bu seçim, doğumdan önce başlamaktadır. Misal verilecek olursa bir insan yaratmak için iki yüz yirmi beş milyon erkek tohumu sekiz saat süren bir yarışa girişirler. Kadın yumurtası karanlık bir köşede gizlenmiştir. İki yüz yirmi beş milyon yarışçı içinden hangisi amaca önceden varır, yumurtayı gizlendiği köşede bulabilirse, dünyaya gelecek çocuğu o meydana getirecektir. Kazanan, en kuvvetlidür. Çünkü, en iyi koşucu, en iyi bulucu ve en iyi delici olarak üç sınavda da başarıya ulaşmıştır. En kuvvetli, en iyi, en uygun böylelikle seçilir ve yenilen iki yüz yirmi dört milyon dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz olanak (imkan), doğal süpürgenin acımak bilmeyen süpürüşü önünde ölüp giderler.
Cinsi yaşatan, sürdüren en kuvvetlilerdir (Dr. Fritz Kahn,7 insan ve Hayat, s. 38). Darwin’e göre böylesine bir evrim sonunda hayvandan insana geçişte son hayvan halkası maymundur. İnsan, çok gelişmiş bir maymun türünün uygun koşullar altında evrimi sonunda meydana gelmiştir. Bir fille bir kertenkelenin, bir insanla bir solucanın aynı soydan olduklarını hemen kavramak kolay değildir elbet. Prof. Alfred Weber, insanın bir maymun değişimi olduğunu bir türlü anlamak istemeyenlere: Utanmayın, diyor, aslandan veya gül ağacından geldiğiniz söylenseydi, hiç kuşku yok, hoşunuza gidecekti. Kutsal Kitap size, yüzsenelerca, bir toprak külçesinden var olduğunuzu söyleyip durdu da niçin utanmadınız? (Felsefe Tarihi, s. 345- 346). Gerçekte insanla hayvan içinde, sanıldığı kadar, büyük bir uçurum yoktur. Hayvanın insana oranı, tomurcuğun çiçeğe oranı gibidir. Antropoloji bilgini Sir Arthur Keith şöyle diyor: Darwinisme’i maymundan hemen insana geçivermiş bir evrim zinciri olarak anlamak yanlıştır. Büyük insan familyasının çeşitli gruplara ve bu grupların da çeşitli türlere ayrıldığı bir eski dünya düşünün. Bugün maymunlar nasıl büyüklü ufaklü çeşitli gruplar halinde görünüyorlarsa, o eski dünyanın insanları da öyle görünmekteydiler.
İşte bu çeşitli türler girdabı içinde bir tür, yaşama kavgasından artakalarak bugünkü insan türünü meydana getirmiştir (A. Keith, insanlığın Eskiliğine Dair). Darwin kuramı, evrene altı bin yıllık bir yaş biçen, gökle yer içindeki bütün varlıkların altı gün içinde yaratıldığını bildiren Kutsal Kitapları kökünden çürütmektedir. Ondokuzuncu yüzyılın bütün dincileri, bu yüzden, Darwin’e geniş çapta tepki göstermişlerdir. Oxford Piskoposu Wilberforce, Darwin’i savunan Th. Huxley’e, kendisinin baba yönünden mi, yoksa ana yönünden mi maymundan geldiğini sormaktadır. Huxley, bu kabalığa şu karşılığı veriyor: Bilimsel gerçekleri baltalamak için diller döken bir adamın soyundan gelmektense, alçakgönüllü ve haddini bilen bir maymunun soyundan gelmeyi tercih ederim (A. Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, c. II, s. 109). Yurdumuzda da bu kuramı tanıtmaya çalışan Ahmet Mithat Efendi’nin yazılarına karşı o günün hükümeti şu buyruğu vermiştir: Fîmâbâat Mithat Efendinin maymunlarına dair matbuata zinhar nesne yazdırılmaması… Antropoloji bölgesindeki son bulgular şimdilerden 400 milyon yıl önceki Silür zamanında deniz hayvanlarının yaşadığını, 300 milyon yıl önceki Karbon zamanında kara bitkilerinin belirdiğini, 150 milyon yıl önceki Jura zamanında dinozorlarla sürüngenlerin göründüğünü, 60 milyon yıl önceki Eosen zamanında de maymun ve ilerde insanlaşması olabilecek primatların çoğaldığını meydana koymuştur. Bu çağlardan kalma fosil kalıntıları, şimdilerden 35 milyon yıl önceki Oligosen zamanında yaşamış olan Aegyptopitehecus Zeuxis’in insanlaşmayı hazırlayan maymun çeşitlerinden Drvopithecus’ün atası olabileceği kanısını uyandırmıştır. Dryopithecus Africanus adı verilen bu maymun türüyse, şimdilerden 25 milyon yıl önceki Miosen zamanında yaşamıştı. Bu çağda bulunan Ramapitehecus punjabicus ve Kenyapithecus Africanus’ün insan türünü meydana getirecek olan ilk insanımsılar (Latince: Hominidae) oldukları sanılmaktadır. 12 milyon yıl önceki Pliosen zamanından hiçbir fosil bulunamamışsa da 3 milyon yıl önceki Pleistosen zamanından ilk insanlaşan maymun grubu olduğu sanılan Australopithecus fosilleri bulunmuştur.
Çünkü, bunlara gelinceye dek bütün maymun grupları çoğunlukla ağaçlarda yaşarken bu grubun yerde yaşadığı saptanmıştır. Bu maymun-insan fosillerinin ilki 1924 senesinde Rodezya’da bulunmuştu. Daha sonra bu türden düzinelerle fosil meydana çıkarılmıştır. Bu fosillerle birlikte bunlarca yapıldığı sanılan yontulmuş çakıl taşları da bulunmuştur. Pleistosen döneminin üçüncü buz çağından önce insan tüzünün geniş ölçüde yayıldığı sanılmaktadır. Neandertal adamı bu ilk insanlardan biridir ve Homo sapiens Neanderthalensis adıyla anılmaktadır. Bu dönemin dördüncü buz çağı Neandertal adamını hemen tümüyle yok etmiştir. Ama, bu çağ sona ermeden Homo sapiens sapiens adı verilen gerçek insanlar dünya üzerinde görünmüşlerdir. Sürüp gitmekte olan soyumuzun ataları bunlardır. Bu insanlar çeşitli ırklar halinde var olmuşlardır. Bu ırkların ilki de CroMagnon ırkıdır. Zaman içindeki bu tarihsel macerasınden de anlaşılacağı gibi, insan, doğanın ürünüdür ve yaşambilimsel evrimin sonucudur. Yaşambilimsel evrimden insansal tarihe geçiş emek’le başlamıştır. İnsansal emeği hayvansal çaba’dan ayıran, bu emeğin bilinç’li oluşudur. Emek ve bilinç, birbirlerinin koşulu olarak, insana özgü bir diyalektik ikileşme’dir.
Yüksek hayvan türlerinde beliren zeka ve onunla sınırlı olarak gelişmiş bulunan çaba, evrim neticesinde insansal bilinç ve bilinçli emeğe dönüşmüştür. Bu gelişme, pek uzun bir evrimin ürünüdür. Hayvansal zeka ve çaba, yalnızca doğadan yararlanmakla kalmış, doğayı yararına uygun olarak değiştirip, ona egemen olmak’la insanlaşmıştır. İnsan, kendisini meydana getiren doğasal koşulları aşmakla varlaşmıştır ve bundan ötürüdür ki, artık o, doğasal koşullara indirgenemez. Bilinç ve eyleminin birbirlerini karşılıklı olarak etkilemesiyle gerçekleşen uzun bir evrim sonunda alet yapmış ve hayvandan farklı olarak kendi kendini üretmiş’tir. Hayvan, tek başına bir varlık olduğu halde, insan fakat toplumsal bir varlık’tır: “insan, toplumsal ilişkilerinin toplamıdır’. Ama gene de karşılanması gereken bir soru var: İnsan nedir? Madenler, bitkiler ve hayvanlar içinde böylesine başkalaşmak (insanlaşmak) neden? Hollandalı anatom Louis Bolk’a göre, bu başkalaşmanın nedeni, bireysel gelişmedeki gecikmedir (Retardation kuramı). İnsana özgü nitelikler, bu gecikmenin sonucudurlar. Hayvan dünyaya geldiktan birkaç gün, veya birkaç hafta sonra yürür, insan fakat bir yıl sonra yürümeye başlar. Hayvanın büyümesi birkaç gün veya birkaç yılda biter, insanın büyümesi on dokuz yıl sürer. Üretme kabiliyeti hayvanda birkaç ay veya birkaç yılda, insanda on beş yılda başlar. Hayvanlar tüylü doğarlar, insan on beş yıl sonra tüylenir. Daha birden fazla alanlarda da görüleceği gibi insan, pek uzun seneler, doğuş sırasındaki durumunda (embrional durum) kalır. Bu gecikme, sonunda insanın kılsızlığında görüldüğü gibi büsbütün yok olmaya varacak olan (elimination) bir organ gerilemesini, güçsüzlüğünü doğurur. Her hayvan çevresine uyar, insansa bu güçsüzlüğünden ötürü çevresine uyamaz.
Bundan dolayı de yaşayabilmek için çevresini kendisine uydurmak zorundadır. Tükenip yok olmamasını da gene bu gecikmeye borçludur. Profesör Bolk’a göre, gelişmenin gecikmesi, bir iç engelleme yüzündendir. Bu engellemeyi de iç guddelerin ürünleri olan hormonlar sağlamaktadır. İnsan vücudunda engelleyici hormonların çoğalması, beynin büyümesiyle ilişkilidır. Zekanınsa, beynin bedene göre büyüklüğüyle arttığını bilinmekte. Şu halde, denilebilir ki, insanın gücü güçsüzlüğündedir. İnsan çevresine uyamayacak kadar güçsüzleştiğinden, çevresini kendisine uydurabilmek için akıllanmak zorunda kalmıştır. Beyni büyümüş, zekası artmıştır. Maymun, soğuğa karşı, kıllanarak yaşar. İnsan kıllanamayınca, maymunun derisini yüzüp kendi sırtına geçirerek yaşar. Bundan dolayıdir ki, dağ hayvanı dağda, ova hayvanı ovada, deniz hayvanı denizde, sıcak hava hayvanı sıcakta, soğuk hava hayvanı soğukta yaşayabildiği halde insan, dünyanın her köşesinde yaşamaktadır. İsviçreli zoolog Portmann da, insangillerin (hominid) başkalaşmasını erken doğumlarına bağlamaktadır. Bu erken doğuş, kuşaklar boyunca, olağanlaşmıştır. İnsan, dünyaya geldiktan sonra daha bir yıl ana rahmindeki gibidir, bi hayli hızlı bir büyüme içindedir.
Bir yıl sonra bu büyüme yavaşlar. Maymungiller (anthropoid) yetişme çağına eriştikleri zaman insangiller halen erginleşmeye başlamışlardır. İnsanın erken doğuşundan ileri gelen bu gecikme, ömrü boyunca sürmektedir. Bu gecikme, insan yavrusunun uzun seneler ana babasınca beslenmesini gerektirir. Evlilik kurumunun biyolojik temeli budur. Güçsüzlüğün nedeni olan erken doğum, güçsüzlüğün gereği olan beyni zorlamıştır. Portmann’a göre insan, insanlığını erken doğuşuna borçludur. Görüldüğü gibi, Adolf Portmann’la Louis Bolk, bu hususta birbirlerini tamamlamaktadırlar.