Soren Kierkegaard – Kahkaha Benden Yana PDF Oku indir
Soren Kierkegaard – Kahkaha Benden Yana PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Soren Kierkegaard – Kahkaha Benden Yana kitabını araştırdık. Ayrıca Soren Kierkegaard tarafından kaleme alınan Soren Kierkegaard – Kahkaha Benden Yana kitap özetinin yanı sıra, Soren Kierkegaard – Kahkaha Benden Yana pdf oku, Soren Kierkegaard – Kahkaha Benden Yana yandex, Soren Kierkegaard – Kahkaha Benden Yana e-kitap pdf, Soren Kierkegaard – Kahkaha Benden Yana PDF Drive, Soren Kierkegaard – Kahkaha Benden Yana Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Soren Kierkegaard – Kahkaha Benden Yana PDF indir Oku
Bir adam var ki, Danimarka’dan her ne vesileyle söz edilirse edilsin, adını anmadan geçmek imkânsız; ama yerini belirlemek belki daha da zor; Sören Kierkegaard’ı kastediyorum. Lakin eserleri, öyle veya böyle çoğunlukla dinsel eğilimli olduğundan, Kierkegaard ilahiyatçılar içinde bir yere konabilir. Sürekli insan kalbini tema alan, hatta bu hususta dur durak bilmeden yazan, Hıristiyan felsefe yazarı. Ondan daha oldukça önemli Danimarkalı yazar daha yok; bununla birlikte, popüler olma yolunda önüne bu kadar çok engel çıkan başka kimse de yok. Zaman zaman müthiş bir güzellikte yazıyor, ama çoğunlukla da halka itici gelen abartılı bir mantık sergiliyor. Popüler bir yazar olmasa hava hoştu, fakat amaçladığı şey o Bazı kitaplarından çok büyük haz aldım. Lakin bunlardan hiçbirini sonuna kadar zevkle okuyamadım. “Works of Love”ı en popüler olanıydı galiba, belki de çok ayrı bir kitap olan Either/Or’u. Benim orada kaldığım sırada yayımlanan ufak çalışması Sygdommen til Döden 1 bana çok keyif verdi. Kierkegaard’ın hayattaki alışkanlıkları, yapıp ettiklerine (belki yanlış) ilgi uyandıracak kadar benzersizdir. Kimselere gitmez, kendi evinde de kimseyle görüşmez, ki bu da görünmez bir meskenin bütün amaçlarını açıklıyor; içeriye hiç giren oldu mu asla öğrenemedim. Buna rağmen, onun tek büyük çalışma alanı insan doğasıdır; kimse onun kadar çok sayıda insan tanımaz. Aslını söylemek gerekirse gün boyunca şehirde dolaşır durur, genelde de yanında biri mevcuttur; yalnızca akşamları okuyup yazar. Yürürken fazla konuşkandır ve bunun yanı sıra kendisine yararlı olması olabilecek her şeyi yanındakinden çekip almayı da başarır. Onunla tanışmadım.
Sokakla hemen her gün görürdüm, yalnız olduğu zamanlar da hep yaklaşıp konuşmayı aklımdan geçirmişimdir, ama bunu hiç gerçekleştiremedim. Bana “sohbet”inin çok hoş olduğunu söylemişlerdi. Eğer ben de, ağzımdan acımasızca laf alınıp elekten geçirildiğim duygusuna kapılmadan bu sohbetin tadını çıkarabilecek olsaydım herhalde çok hoşuma giderdi. Andrew Hamilton. Sixteen Months in the Danish Isles (1852) Danimarka adası Møn’deki Marienborg adlı kültür merkezinde, Henrik Stangerup ve ben, pikapta Mozart ve Monteverdi çalarken Danimarkalı büyük yazar Sören Kierkegaard’dan aşağıdaki metinleri bir araya getirdik. 1983 yazıydı. Marienborg, dünyanın dört bir yanından getirilmiş ağaçların dikili olduğu geniş topraklarla bir çiftlikten bir araya gelen taşra malikânesidir. Malikânenin ortasında, geçmişi on dokuzuncu yüzyılın başlarına uzanan, İtalyan tarzı muhteşem bir şato mevcuttur. İtalyan aşıboyası ve kırmızımsı kahverenginin hafif tonlarında boyanmış olan bu şato boştu. Lakin malikâne, son sahibi Kont Peter Moltke tarafından sanat çalışmaları merkezi olarak devlete bırakılmıştı; sessizlik, yalnızlık ve yoğunlaşma isteyen çalışmalar için. Evin etrafındaki uçsuz bucaksız arazi yaz günleri boyunca ıpıssızdı; boş şato gözlerini aşağıdaki araziye çevirmişti. Lakin malikânedeki çeşitli kulübelerde ve ek binalarda çalışmalar sürdürmektedu. Akşam serinliğinde malikânenin çeşitli bölgelerinden bir araya gelen insanlar içki içip sohbet ediyorlardı. Küçük bir gölü saymazsak, malikânenin en çekici özelliği dizi dizi sıralanmış muazzam ağaçlarıydı. Bu ağaçlar Moltke ailesinin seyahat eden çeşitli bireyleri tarafından dünyanın dört bir yanından alınarak yeniden toprağa kavuşturulmuştu.
İçlerinden özellikle bir tanesi göze çarpıyordu; ağustos sonlarındayken alabildiğine ve görülmedik miktarda çiçek açmış, etrafa tatlı kokular yayan kocaman bir balsam kavağıydı bu. Bütün sıcak yaz günleri boyunca polen toplamak için ağacın etrafında vızıldayıp duran arıların evdeki hesabı çarşıya uymuyordu. Binlercesi yere düşmüştü, yabanarıları tarafından bağırsakları deşilirken yerde öyle çaresiz yatıyorlardı. Adeta bir “geçen yaz” duygusunu tasvir eden esrarengiz bir olaydı bu. Meğer yabanarıları gelecekten haber veriyormuş. O geçen yazı takip eden yaz aylarında Peter Moltke’nin şatosu kurşun gülle ve buldozerle yerle bir edildi ve kocaman bir çukurun içine süpürüldü. Bazı teknik hukuki meseleler yüzünden, ertelemeye yönelik dört temyiz başvurusuna rağmen Danimarka bürokrasisi darbeyi indirdi. Yıkım personelleri içeri girdi. Bu kültür bölgesi sonsuza dek ortadan kayboldu. Lakin işte orada, Marienborg’da, o 1983’ün son yazında Henrik Stangerup’la birlikte Kierkegaard’ın eserlerini, ilk etapta, yurttaşlarına yeni ve zevkli bir kılıkta tanıtmak maksadıyla bir seçki oluşturmuştuk. Marienborg’un müzikle kuşatılmış bu güzel ve ferah ortamında bu eseri birlikte kesip biçtik; ve bu ruh halinden bir şeylerin, kendilerine sunulan bu kitapla İngiliz ve Amerikalılara da geçmesi umudunu taşıyoruz. Yani bu seçki ilk etapta Danimarkalı okurlar düşünülerek oluşturuldu, 1985’te de Dancada yayımlandı. Gariptir bugün bile Danimarkalılar Kierkegaard okumak istemiyor. 1855’te ölmüş olmasına rağmen, hemen hemen ölüsü de dirisi kadar kendilerini öfkelendiren bir adama karşı duydukları o eski kızgınlıklarını hâlâ koruyorlar. Sağken, Kierkegaard Danimarkalılar’ın hiç inanmadıkları şeylerin üzerinde ısrarla durmuş, sonra da Devlet ve Kilise kurumunun her şekiline saldırmıştı.
Şimdiyse Danimarkalılar bütün yirminci yüzyıl boyunca, hepsi Sören Kierkegaard’ın topraklarına hacca gelmiş olan ardı arkası kesilmeyen dizi dizi yabancılara katlanmak zorunda kalıyorlar. Amerikalılar, Japonlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler; âlimler, araştırmacılar, yazarlar, öğrenciler -hâlâ da geliyorlar, kitabevlerini didik didik edip Sören Kierkegaard ile ilgili soru soruyorlar, bitmez tükenmez biçimde onunla ilgileniyorlar. Kierkegaard’ı ve bütün eserlerini kesinlikle benimsememiş bir halk için gerçekten bu kadarı da fazla. Danimarkalılar’ın kafalarındaki Kierkegaard resmi, metinlerdeki birinci elden gelen bilgilere dayanmıyor, daha çok 1850’lerin karikaçeşitlerinden ve genel bir sevmeme, benimsememe tavrının bugüne aktarılışından bir araya getirilmiş. Danimarkalılar (bunu seve seve kendileri de doğrular) materyalisttir. Kierkegaard idealistti, tin meselelerine inanırdı. Danimarkalılar yasalara uyarlar, yöneticilerine ve siyasi kurumlarına saygı duyarlar. Kierkegaard onlara sahtekâr muamelesi yapıp aşağılardı. Danimarkalılar huzurlu, mülayim bir yaşamı severler, mutabık kalınan, anlaşılan ve geleneksel olan şeylerden hoşlanırlar. Kierkegaard bir kitaptan ötekine istisna olanı, bireysel olanı ve kişisel sahiciliği savunurdu. Danimarkalılar bedensel hazdan zevk alırlar. Kierkegaard nefsine hâkim olup bekâr kalacağı bir dünya için. “evrensel” dediği bütün bu hazlardan vazgeçmişti. Danimarkalılar, bir Devlet Kilisesi’ne sahip olmalarına ve bütün çocuklarını vaftiz ettirmelerine rağmen genelde Tanrıya inanmazlar: vaftiz oldukları zaman, kiliseyi son kez gördükleri süredir, tabii bir de ayakları önde, cenazeleri için içeri geldikleri zaman. Kierkegaard Tanrıya inanıyordu, hem de Danimarkalılar’ın enteresan bulduğu bir tutku ve içebakışla inanıyordu.
Danimarkalılar demokrattır, ortanın solundadır, sosyalisttir ve refah devletine inanır. Kierkegaard (Kralın kendisine pek saygı duymamış olsa da) mizaç olarak muhafazakârdı ve 1848 ayaklanmalarını dehşetle karşılamış, halk dayanışmasının bu biçimdeki tezahürünü “kanları donduran bir gelgit”in başlangıcı olarak görmüştü. Danimarkalılar kamunun ortak doğrulatma, şekline, tarzına ve tavrına inanırlar -ki bütün bunların tutarlı bir konformizm oluşturduğu söylenebilir. Kierkegaard bütün toplumsal akitleri ve anlaşmaları havaya savurup “birey” kategorisinin mutlak önceliğini vurguluyordu. Danimarkalılar kendilerini yasalarla sınırlanmış görürler. Kierkegaard yasaların “istisnaları olduğu”nu, içten gelen inançları sonucu yasayı çiğnemesi veya göz ardı etmesi gereken bazı bireylerin olduğunu ileri sürüyordu. Danimarkalılar akademik saygınlığa inanırlar. Kierkegaard Privat Docent dediği bireyleri alabildiğine aşağılardı; bunlar, Kierkegaard’ın başarısız “bireyler” olarak gördüğü üniversite hocalarıydı. Danimarkalılar fikir yaşamında daima Avrupa modasına uyarlar, bu yüzden 1840’larda da Hegel’ciliğe ayak uydurmaya çalışıyorlardı. Kierkegaard’a göre Hegel şarlatandı; J.L. Heiberg ve Piskopos Martensen gibi Danimarkalı Hegel’ciler de gülünç veya aşağılıktı, veya her ikisi birden. Şu halde, o gün de bugün de Kierkegaard ile Danimarkalılar içinde pek ortak yan yok. Bundan dolayı, Kierkegaard’ın nasıl biri olduğuna dair bu kadar çok a priori düşüncelere sahip olunca Danimarkalılar onu okumaya bazı zamanlarda vakit ayırıyorlar. İncil’den birkaç pasaj gibi Kierkegaard’ın belli “ünlü” metinleri (ünlü “Dancaya methiye”si gibi -aslında dildeki dar kafalılığa dair sert bir eleştiri yazısıdır) okulda okunur, sonra İncil gibi bir daha okunmaz.
Yirmi ciltlik ucuz baskısı, 1960’ların başlarında Gyldendan tarafından yayımlanmış; Fiolstraede’deki sahafların arka raflarında elde kalmış kitaplar içinde görmek olabilecek. Danimarka’daki tipik bir kitaplıkta Danimarka klasikleri uzun bir sıra oluşturur, hepsi birbirinin aynı plastik ciltleri mevcuttur ve tabi ki Kierkegaard’dan da bir iki göstermelik cilt yer alır; fakat bu ciltler asla okunmaz, onlarla yan yana duran Holberg ve Oehlenschläger için de durum aynıdır. Edebiyattaki “Altın Çağ” her Danimarkalımın övündüğü bir şeydir, fakat metinlerine hiç müracaat etmez. Kierkegaard, bütün eserleriyle birlikte aslında Danimarka’da okunmamış bir yazardır. İşte Henrik Stangerup’la benim 1983’te karşı çıktığımız durum buydu. Neden Kierkegaard’ın en iyi metinlerinden bir seçki oluşturmayalım diye düşündük -ağır, “Hegel’cileştirilmiş” anlaşılmaz metinlerden değil de, önceki döneme ait, daha hafif, 1840’ların başlarındaki nükteli metinlerden. Tam da Kierkegaard’ın, koltuğunun altında yeni doktorasıyla zengin bir genç adam olarak boy gösterdiği ve Regine Olsen adındaki güzel bir kızla nişanlı olduğu dönemler. Danimarkalılar büyük yazarlarını yeni bir biçimde sunulduğunda sevmezler miydi? Hatta imlasını da modernleştirsek ne olurdu (çünkü on dokuzuncu yüzyıl Dancası göze, on dokuzuncu yüzyıl İngilizcesinden fazla daha eski gelir)? Denemeye değerdi. Henrik’le paylaştığımız iki temel saik vardı. Bunlar ta Henrik Stangerup’un Paris’te gazeteci olarak çalıştığı, birlikte şehirde uzun yürüyüşlere çıkıp edebiyat ve siyaset konuştuğumuz 1978’de oluşmaya başlamıştı. O tarihten seneler önce Kierkegaard’ın ismi İngiltere’de daha yeni yeni duyulurken, onun “dolaylı iletişim”i üzerine bir araştırma tezi yazmıştım. Lakin İngiltere’deki felsefe tartışmalarının acımasız pozitivist iklimi beni öteki temalara sürüklemişti ve Paris’teki yürüyüşlerimizde lafı döndürüp dolaştırıp Kierkegaard’a getirmemiz ikimizi de şaşırtan bir şey oldu. Aslını söylemek gerekirse romancı olan Henrik, Holberg’in Erasmus Montanus’u üzerine Brezilya’da yaptığı filmden halen dönmüştü. Brezilya’yla olan bu teması, zihninde, son derece başarılı romanı Vejen til Lagoa Santa’da (1981) zirveye çıkacak olan o düşünce zincirini başlatmıştı. Vejen til Lagoa Santa, evlilik sonucu Kierkegaard’la akraba olan Peter Wilhelm Lund’un öyküsünü anlatır: Brezilya’da on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında yaptığı bazı keşiflerde Darwin’in habercisi olan doğabilimci ve paleontolojisi.
Genç Sören Kierkegaard, P.W. Lund’un bilimsel şöhretinden o kadar etkilenmişti ki kendisi de bir ara bilimde kariyer yapmayı düşünmüştü (bkz. Üçüncü Bölüm, 3. Metin). Keşfetmiş olduğu şeylerle şaşkınlığa uğrayan P.W. Lund, Brezilya’nın ücra bir köşesine çekilip münzevi gibi yaşadı. Varlığı ve şöhreti bir esrar perdesiyle örtüldü. Birbirlerinden Atlantik Okyanusu’yla ayrılmış olan Lund ve Kierkegaard entelektüel alanda rolleri değiştiler. Lund genç Kierkegaard’ı az kalsın bilimsel bir kariyere çekerken, yaşlı Lund (başka şeylerin yanı sıra) Sören Kierkegaard’ın eserlerinden etkilenerek kendi kariyerini bittirdi. Henrik’le benim o zaman paylaşmaya başladığımız ilk temel saik, Kierkegaard’ı bir yazar olarak tanıtma arzusuydu. Danimarkalılar Kierkegaard’ın gerçekten ne kadar güzel yazabildiğini biliyorlar mıydı? İkinci temel saik de ilkinden çıktı. Paris’te yaptığımız yürüyüşlerde bizim ilgimizi çeken, siyasi meselelerdeki dâhi yazar Kierkegaard’dı. Danimarkalılar hep Kierkegaard’ın siyaset ile ilgili söyleyeceği hiçbir şey olmadığına inanmışlardır.
Lakin biz dönüp dolaşıp Kierkegaard’ın bunun tersini ispat eden metinleriyle karşılaşmaya başladık, özellikle de Yaşadığımız Çağ (Dördüncü Bölüm, 5. Metin) adlı metin. Henrik’in dairesi Bassano Sokağı’ndaydı ve yürüyüşlerimizde Gestapo’nun Paris işgali sırasında karargâh olarak kullandığı binanın yanından defalarca geçtik. Lakin Kierkegaard bütün bunları önceden görmüştü. Zaman tünellerinin enteresan bir kesişme noktasından bakarak yirminci yüzyılımızın totaliterciliği kadar ilerisini görmüştü -aslında Yaşadığımız Çağ (Dancada Nutiden) başlığı bile bize bi hayli esrarengiz bir çifte değere sahipmiş gibi göründü. Kierkegaard o zamanlar hangi öncül koşullardan ve varsayımlardan yola çıkarak böylesine doğru tahminlerde bulunmayı başarmıştı? Kierkegaard bir kere daha edebiyat etrafındaki yerini aldı: George Orwell’in 1984’ü tabi ki; peki ya Pasternak ve Ahmatova? Ya Soljenitsin’in e s e r i Gulag Takım Adaları (Sanatkârca Araştırma Denemesi alt başlığıyla)? Ayrıca Kierkegaard Henry Miller’ın cakasından da bir şeylere sahip değil miydi? Metinsel aldatmacalarını Derrida’nın daha yakınlarda sunmaya ve analiz etmeye başladığı şekillerde kurmuyor muydu? İki temel saikimiz -Kierkegaard’ı önce yazar olarak, sonra da siyaset ile ilgili söyleyecek şeyleri olan bir yazar olarak sunmak- bir araya gelmeye başlamıştı. Şurası açıktı ki Kierkegaard’ı yeni bir biçimde sunmamız gerekiyordu. Sören Kierkegaard İngiltere’deki edebiyat ve felsefe sahnesine geç çıktı, Amerika’da da nispeten daha yakınlarda. 1855’te ölmesiyle adı sanı ortadan silinmeye başladı. Bu süreci kısmen yavaşlatan Karl Jaspers, Martin Heidegger, Dietrich Bonhoeffer, Jean-Paul Sartre ve diğerlerinin ondan aldıkları düşünceler oldu. Dil engeli mühimydi; Almancayı rahatlıkla okuyabilen ve her anlamda ülkeler arası kültüre sahip olan bir adamın, Fransızca, Almanca veya İngilizce konuşmayı veya yazmayı hiç öğrenmemiş olması enteresan. O büyük dilsel ve felsefi soyutlanma duygusunu azaltmış olurdu herhalde. Lakin yalnızca 1.3 milyon kadar insanın (o zamanlar) konuştuğu Dancada yazdı dur durak demeden, bu insanlardan pek azı gerçekten Kierkegaard’ı istekle okumak niyetindeydi.