Soner Yalçın – Efendi 2 – Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı PDF Oku indir
Soner Yalçın – Efendi 2 – Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Soner Yalçın – Efendi 2 – Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı kitabını araştırdık. Ayrıca Soner Yalçın tarafından kaleme alınan Soner Yalçın – Efendi 2 – Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı kitap özetinin yanı sıra, Soner Yalçın – Efendi 2 – Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı pdf oku, Soner Yalçın – Efendi 2 – Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı yandex, Soner Yalçın – Efendi 2 – Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı e-kitap pdf, Soner Yalçın – Efendi 2 – Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı PDF Drive, Soner Yalçın – Efendi 2 – Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Soner Yalçın – Efendi 2 – Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı PDF indir Oku
YAHUDİ HARUN HOCA’NIN SA “Sabetay Sevi olayının üzerinden 350 yıl geçti. Kendi ifadelerine göre, artık Müslüman olmuşlar” diye, basit ve bildik bir yanıt verdim. Gülümsedi; verdiğim yanıtı inandırıcı bulmadı; bakışlarından anladım. O sırada kahvelerimiz geldi, sustuk… Misafirim, Sabetayistlerin Müslüman tarikatlarla ilgisi konusuyla neden alakalıydi? Konuyu değiştirdim; “Doktor Nâzım’la alakalı bilgiler verecektiniz” dedim. “Harun Hoca’yı tanıyor musunuz?” diye tekrar soru yöneltti. “ligimi çekmiyor” manasına gelecek bir ses tonuyla tanımadığımı dile getirdim. Yanıtı kendi verdi: “Doktor Nâzım’ın torunu Tülin Hanım’ın şeyhidir! Tülin Hanım, Harun Hoca adına İzmir Doğançay köyüne bir aşevi yaptırdı!.” Bilhassa son senelerda çok fazla duyduğum, gördüğüm benzer bir olayla daha karşılaşmıştım. Demek, Osmanlı’nın ilk pozitivist politikacılarından Doktor Nâzım’ın torunu da, şeyhe bağlanmıştı! “Eşi George Keenan da Müslüman olup Harun Hoca’ya bağlandı mı?” diye hafif alaycı bir ses tonuyla sordum: Misafirim ciddiydi. Konuya hep alaycı yaklaşmam biraz canını sıkmışta. Ama yılmayacak gibiydi, sohbeti yine aynı konuya çekti: “Tülin Hanım rahatsızlığına rağmen, sürekli olarak İzmir’den kalkıp İstanbul’a Harun Hoca’yı ziyarete gelirdi.” Araya girip sordum: “Artık gelmiyor mu?” “Harun Hoca’yı 28 Haziran 1993’te kaybettik” dedi. Ölüm tarihini hemen hatırlaması ve şeyhten “Harun Hoca” diye bahsetmesi, onun da mürit olduğunu gösteriyordu. Saklamadı, onayladı.
Harun Hoca’ya bağlanmıştı. Ama onun aradığı sorunun yanıtı başkaydı: “Harun Hoca’ya bağlananların çoğunluğu neden Sabetayist?” Yanıtını fakat kendisinin verebileceğini dile getirdim. “Biz birbirimizi Harun Hoca’nın dergâhında tanıdık. Tabiî kimse kimseye Sabetayist olduğunu söylemiyordu” diye kelimelerini sürdürdü. Tesadüf olabileceğini, birbirlerini tanımasalar da aynı çevrenin ve aynı sınıfın insanları olduklarım, Harun Hoca’yı “modernist” buldukları için sohbetlerine gidebileceklerini dile getirdim. Sözlerimi güçlendirmek için de, “Siz Müslüman mısınız, yoksa hâlâ Sabetay Sevi’nin Mesih olduğuna inanıyor musunuz?” diye sordum. “Ben Allah’a inanıyorum” dedi. Güzel, politik bir yanıttı. Nereye çekersen oraya gidecek bir cümleydi bu. Öyle ya, “dönme”liği “teorize” eden Gazzeli Nathan’a göre Sabetay Sevi Gana’ydı! Ama bu yanıtın allında Türkiye’de şimdiye kadar pek konuş-Kimliğimiz mühim bir felsefe de yatıyordu… Neyse. Bu konulara girmek istemiyordum. Ne yalan söyleyeyim, üç yıl Efendi kitabıyla yatıp kalkmış, “Sabetayist meselesi”ne kafa yormaktan canım çıkmıştı. Üstelik çok ağır ithamlara maruz kalmıştım; bir çevreye göre “Yahudi ajanı”, bir başka çevreye göreyse “Yahudi düşmanıydım ! Üstelik her iki grubun da, bu ithamları, kitabı okumadan yapması can sıkıcıydı. Biliyordum, benzer olaylarla diğer kitaplarımı yazdığımda da karşılaşmıştım. Ve bu yalnızca bana ait özel bir durum değildi. Türkiye’nin tabularına dokunan herkesin başına benzer olaylar geliyordu.
Hemen “casus”, “ajan” vb oluveriyorsunuz! Sonuçta, ben gazeteciydim ve araştırma yapmadan, yazmadan duramayacağımı biliyordum. Ama şimdi yorgundum ve dinlenmek istiyordum. Doktor Nâzım’ın torununun, Harun Hoca’ya bağlanmış olması ilgimi çekse de, üzerinde duracak, düşünecek, araştıracak -ne yalan söyleyeyim- enerjim yoktu. Misafirime, artık söyleşimizin sonunun geldiğini hissettirmek istedim. Anladı. Kahvesinden son yudumu alıp, ayağa kalktı. Elini uzatıp teşekkür etti. Tokalaştık. Asansöre kadar uğurlamak için eşlik ettim. Asansörü beklerken, gülümseyerek, “Herhalde kan çekti” dedi. Anlamamıştım. Devam etti; “Harun Hoca’nın gerçek adı Aaron Kandiyoti’ydi, Yahudi’ydi. Herhalde bundan dolayı biz Selanikliler Harun Hoca’ya hücum ettik!” Espri miydi şimdi bu? Öyle bir hali yoktu. Harun Hoca Yahudi’ydi! Olay, bir gazetecinin merakını çekecek bir hale gelmeye başlamıştı! Yahudi bir şeyh! Gerçi, İslam’ın ortaya çıkışından bu yana bir çok Yahudi İslam’a dönmüştü. Ama… Yine de… “Yahudi bir şeyh ve Sabetayist müritleri” meselesine/vakasına daha ne kadar kayıtsız kalabilirdim ? Misafirim asansöre binerken, Harun Hoca’nın ilgi çekici bir karakter olduğunu söyleyip, onunla alakalı bilgileri nerede bulabileceğimi sordum.
“Ben size getiririm” dedi ve gitti… Aldık yine “başımıza belayı”… CENK KORAY’DAN KABALA’YA… 9B Misafirimin sorusu çok yerindeydi: Sabetayistlerin tarikatlara/dergâhlara girmelerini, “daha iyi kamufle olmak” diye açıklamak yeterli mi ? Bu tarikatlara/dergâhlara girmelerinin tek amacı gizlenmek olabilir mi ? Osmanlı dönemi için bu nedeni doğru kabul edelim; laik Cumhuriyet Türkiyesi’nde buna neden ihtiyaç duyulsun ? Sabetayistler, Melametîlik, Mevlevîlik, Bektaşîlik gibi sufî dergâhlara bağlanıyorlardı. Niye bu tarikatlar? Tasavvufu/mistisizmi reddeden İslamî tarikatlar içinde neden hiç Sabetayist yoktu ? Ya da yok muydu ? Üstelik, yetmezmiş gibi bir de Yahudi bir şeyh vardı ortada!. Eski defterleri karıştırmaya başladım… Sabetay Sevi, Yahudi mistik inancı olan Kabala’ya (Kabbala), yani “Yahudi tasavvufu”na inanıyordu. Son derece karmaşık Kabala’ya göre, Tanrı, Yahudilere Kitab-ı Mukaddesi, anlamlarını açacak bir anahtar vermeden göndermişti. Tanrı, Kabala’yı önce cennette seçkin bir melek grubuna öğretmişti. Melekler bu öğretiyi cennetten kovulan dem ile Havva’ya, bireylerin tekrar aslî asalet ve mutluluklarına kavuşmaları için öğretmişlerdi. dem de, Nuh’a aktarmıştı bu sırları. Sırra vâkıf olan Hz. İbrahim, Mısır’da bu sırların bir bölümünün açığa çıkmasına izin verdi. Böylelikle Mısır, bilginin bir kısmına sahip oldu. Ve bundan dolayı Mısır bilgeliğinin tamamına vâkıf olan Hz. Musa, bir melekten aldığı derslerle detaylarını iyice geliştirdi. Bu “doktrin ilkeleri”ni gizlice şifreli bir biçimde, Tevrat’ın ilk dört kitabına yerleştirdi. Bu sırra, Hz. Davud ile Hz.
Süleyman da vâkıf oldu. Ama onlar bu sırrı anlayabilecek yeterlilikte/nitelikte birilerini bulamamışlardı. Sır Tevrat’ta kaldı… Bu sır, Tevrat’taydı… [1] F F İşte Kabala, bir tür “şifre kırıcı”ydı. Tevrat (Eski Ahit ve Talmud) metinlerine sembollerle gizlenmiş bu sırlan çözecek anahtardı. Ama… Bu sırlan öyle herkes çözemezdi. Bunun için belli ayrıntı kısmınızin/niteliklerinizin (inisiye) olması gerekiyordu; müthiş-kâmil insan (Adam Kadmon: însan-ı Kâmil) olmanız, bu surette Tanrı’da yok olmanız gerekiyordu… Bu öyle rasyonel bir akıl yürütmeyle filan yapılacak bir iş değildi! “Ayrıcalıklı” olmanız gerekiyordu. Bu sırları, onu anlayabilecek yetenekte ve bilgide olanlar çözebiliyordu. Bunun yolu ise Tanrıyı bilmekle, Tanrıya ulaşmakla, Tanrıyla özdeşleşmekle olabilecekdü. Aşk ateşinden geçerek, nefsinizi temizleyerek başarabilirdiniz bu zorlu süreci. Kolay değildi tabiî; bundan dolayı kırk yaşını aşmayan bireylere bu “sır” pek açılmazdı. Bu sırlar ve sırlara ulaşma ritüeli, Kabala’yla ortaya çıkmış değildi. Yunanlı Pitagoras’ta (MÖ 680-500) vardı bu felsefe. Pitagoras, öğrencilerini, içrek ve dışrak olmak üzere ikiye ayırmıştı; gizli öğretisini birincilere öğretmişti. Kabala’ya göre de, dinin bir “iç”i, bir de “dış”ı vardı; gerekli olan dışı değil, içiydi. Ne var ki herkes bu içi anlayamaz, onu fakat anlayabilecek kadar yetişmiş olanlara/”hak edenlere” bildirmek ve ötekilerden gizlemek gerekiyordu.
O “hak eden” olmak, yani Yaratılış’ın sırrına vâkıf olmak hiç de öyle kolay değildi: bireyin kendini arındınp, geliştirerek müthişe ulaşması gerekiyordu. Büyük ozan Yunus Emre sırtında, şeyhi Taptuk Emre’nin dergâhına, senelerca hangi aşkla odun taşıdı sanıyorsunuz. İlahî Komedya yazan Dante Alighieri nasıl “Aşk Dostları” (Fedeli d’Amore) akınıma uymuş, neden Tapınak Şövalyesi olmuştu? Yunus ve Dante’nin yolu aynıydı; kendi içindeki sırrı yaşananp, “nur”a kavuşarak, Tanrıya ulaşmaktı!
Soner Yalçın – Efendi 2 – Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı PDF indir Tıklayın