Senai Demirci – Kalbimizi Yeniden Yazmak PDF Oku indir
Senai Demirci – Kalbimizi Yeniden Yazmak PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Senai Demirci – Kalbimizi Yeniden Yazmak kitabını araştırdık. Ayrıca Senai Demirci tarafından kaleme alınan Senai Demirci – Kalbimizi Yeniden Yazmak kitap özetinin yanı sıra, Senai Demirci – Kalbimizi Yeniden Yazmak pdf oku, Senai Demirci – Kalbimizi Yeniden Yazmak yandex, Senai Demirci – Kalbimizi Yeniden Yazmak e-kitap pdf, Senai Demirci – Kalbimizi Yeniden Yazmak PDF Drive, Senai Demirci – Kalbimizi Yeniden Yazmak Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Senai Demirci – Kalbimizi Yeniden Yazmak PDF indir Oku
Bir Duyarlılık Çağrısı: Risale-i Nur Derin bir duyarsızlaşma içinde yaşıyoruz. Duyarsızlığı yaşayanlar olarak, söz konusu duyarsızlığı fark etme fırsatımızı da kaybediyoruz. Fark etmediğimizin farkında olmayınca da, bir insan olarak yere, göğe, ağaca, güneşe, toprağa, suya getireceğimiz farkı da kaybediyoruz. Böylelikle tüm bir kâinatı ıskalıyoruz, bütün renkleriyle yaşamı yitiriveriyoruz. Duyarsızlık, herkese kaybettiriyor. Duyarsızlıkla, kendini inanmış sayan da, inançsız olduğunu varsayan da kaybediyor. İnanan, duyarsızlıkla, inanmanın lezzetini yakalayamıyor, imanın zevkine eremiyor; kalbi Cennetin ve ebediyetin tadına körleşiyor. İnanmayan da, küfür ve dalaletin sancısını hissedemiyor; ağrı çekmeyen kanser hastası gibi kendini iyi hissettikçe kötüleşiyor. İnananların tarafında, sözüm ona ‘İslâmcılık’ olarak sivrilen tarafgirlik heyecanı, bu duyarsızlığın bıraktığı boşluğu sahte zevklerle doldurmaya çalışıyor. Müslüman olmanın lezzetini ve inanmanın zevkini, kendini birilerinin yanında veya karşısında görerek telafi etme mekanizmaları üretiyor. Hakikati bunca tarafgirliğe hapsetmişken, “karşıdakilere”, “öteki”ne verecek bir şeyimiz de kalmıyor haliyle. Risale-i Nur, bu talihsiz duyarsızlığın, bu derin anestezinin ortasında hepimize keskin bir sancı aşılıyor. Risale-i Nur, bir insan teki olarak, var oluşumuzdaki derin çelişkileri uyandırıyor, üzerine kül bastığımız temel acılarımızı tazeliyor. Her birimizi ‘doğuştan Müslüman’ kabul eden tarafgirlik kalıplarını hiç ciddiye almadan, ‘elimizde hazır bulduğumuz’ imanımızı dayanak yapmadan, sıfır noktasından hareketle, tüm insanları a ve nefsimiz içinde yaşıyoruz. Aksine, devlet, ulus ve dünya ölçeklerine düşen heyecanlı ve tantanalı gündemler enfüsî hesaplaşmamızı durağan kalıplara döküyor; bizi siyaset şablonlarının önemsiz malzemelerine indirgiyor.
Bu ilk kezre göre, et ve balık nimetini kör ve sağır nedenlere yağmalatmamak, tabiatın veya tesadüfün eline bırakmamak, Et-Balık Kurumu’nun kime satıldığından öncedenlikli ve mühim bir “siyasal sorun” olarak karşımıza çıkıyor. Risale-i Nur, insanı nefsine karşı konuşlandırırken, özel bir okuma metodolojisi de geliştirir. Okumak, Kur’anî manada, görüneni, yani ‘alem-i şehadet’i görünmeyene, yani ‘alem-i gayb’a şahit eylemektir. Risale-i Nur’da ‘mana-yı harfî’ diye kavramlaştırılan bu okuma usulü, her bir şeye manayı harfî ile, yani kendisini bir kere, Yazarını bin kere gösteren bir harf olarak bakmayı gerektirir. Zaten “alfabeyi sökmek” demek de, harflere “takılmamak”tan geçer; harfler, üzerinde kalınası şeyler değil, okunup arkasına geçilesi şeylerdir. Harf, kendini değil başkasını anlatan bir işaret, bir ayet olarak görülünce fakat, gerçek anlamda ‘harf’e dönüşür. Böyle olunca, okuyanın da başta kendisini bir harf olarak görmesi, kendini ötelemesi gerekir. Okuyan, kendi yaşayışını, kendi nefsini kendi kendini gösteren bir ‘kör nokta’ olmaktan çıkarmalı; arkasını gösterir bir pencere, bir aydınlık ayna, bir güzel mektup bilmeli. Bunun içindir ki, Risale-i Nur’un özel okuma gündemi uzaklara ve ötekilere dair değil, buraya ve beriye aittir. Okumak ve özelde Risale okumak, insanın kendi fıtrat toprağını kazmasına, nefsinin kabuğunu çatlatmasına vesile olmalıdır. İnsan, tıpkı Exupery’nin Küçük Prens’indeki ‘yıldız tüccarı’nın yaptığı gibi, yakasına takamayacağı, boynuna dolayamayacağı ‘uzak yıldızlar’la meşgul olabilir; dilini ve kalbini ömür boyu onlarla oyalayabilir; ama en fazla rafine bir figüran olur. Oysa nefsimizi hatırladıkça, kendimizi okudukça, boynumuza dolayacak ufacık ve sıcacık bir atkımız, yakamıza takacak ufak ve güzel çiçeklerimiz olur. Umulur ki, Risale-i Nur’u anlama ve anlaşır kılma niyetiyle kaleme aldığımız bu kitap, Risale’ye gölge yapmadan, yalın bir elçi olarak hepimizi hakikate taşır, Risale’nin fıtratımızda keşfettiği hakikat sancısını bize hissettirir. Risale ve Ben Üniversite hocası bilgeyi ziyarete gitmişti. Hoca alışık olduğu üzere çokça konuşuyor, çokça soru soruyordu.
Bilge, tam tersine usulca dinliyor, konuşma sırası kendine geldiğinde suskunluğu tercih ediyordu. Hocaya aynı sessizlikte çay ikram etmek için kalktı. Çaydanlığı aldı. Önce kendi fincanını doldurdu. Sonra hocanın bardağını doldurmaya başladı. Bardak doldu. Bilge çayı dökmeye sürdü. Bardak taştı. Bilge çayı dökmeye sürdü. Hoca dayanamadı. “Yeter! Bardak doldu!”, “Sen de bu fincan gibisin.” dedi bilge. “Buraya boş olarak gel ki, dolasın.” Bir çocuk uçarılığında muhatap olmalıyız hakikate, değil mi? Fincanı alabildiğine boş! Okudum… Hayatımın kabuğunu çatlatmak için Bir gün bir kitap okudum ve yaşamım bir kitabı okumaya dönüştü. Kırmızı kapakları içinden yüzüme vuran, oradan kalbime taşan sayfalar beni hem kendilerine çağırıyor hem de kendilerinden uzaklaşmaya aygit gide artan davetler sunuyordu.
Sayfalar boyu uzanan satırlar içinde, güneşler doğuyor, dağlar artıyor, yıldızlar parıldıyor, ovalar yayılmayı sürdürüyor, kuşlar ve sinekler uçuşuyordu, çiçekler açılıyor ve dereler akıyordu. Nihayet bir kitap okuyor olduğum gerçeği, beni ne kadar sandalyeme ve masama bağlıyorsa, o kadar yerime sığmaz oluyor, bedenimden ve dünyamdan taşıp etrafa dal budak salan bir ağaç gibi gökleri, güneşleri ve kuşları kendime kardeş buluyordum. Sandalyesine ne kadar sıkı sıkıya bağlı bir okuyucuysam, o miktarda da başını alıp gitmeye hazır bir seyyah heyecanı yükleniyordum. Sayfalara hem çok yakın, hem çok uzak durmanın sancısı, gözlerimi, hiç çaresiz, sayfalara kenetledi. “Sen o mağrur seyyahsın” Kitap, Sözler’ine “Sen o mağrur seyyahsın,” diyerek başladı ve sürdü: “Şu dünya ise bir çöldür.” Hemen ardından, şu sahranın Ebedî Mâlikinin ve Ezelî Hâkiminin adıyla yoluma gitmeye davet etti beni. “Lâkin gururun yüzünden, kendi adınla geziyorsun, kendini tek başına hadsiz düşman ve ihtiyacât içinde perişan ediyorsun!” diye bir ses yankılandı karşımdaki satırlardan. “Ne zaman bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten kurtulacaksın?” Kendime güvendiğim doğruydu. Kendimi kuvvetli ve zengin sayıyor, her ihtiyacıma kendi başıma ulaşabilir olduğumu sanıyordum. Âciz ve yoksul olmak bir başkasına daha çok yakışıyordu. Bir tanıdık ve güvenecek kendimi biliyordum, sırf kendimi görüyordum. Zaten İkinci Sözü, bunları dememe fırsat bırakmadı. “Hodbin”, “hodgâm”, “hodendiş” sözcükleri, ağır bir hüküm gibi vuruldu boynuma. “Bir kendini gören, bir kendini düşünen, kendini kendinden ibaret bilen sen, gözüne musîbetli bir perde takmışsın,” diye üsteledi. Sırf kendi kendime bakışım, tıpkı sırf kendini seyre dalan bir gözün her şeyi karanlıkta bırakması gibi, etrafımdaki her şeye bir yabancı ve düşman libası giydirmişti.
Her yerde, âciz biçareler, zorba ve müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveyla ediyorlar gibi geliyordu. Önümde yol kesiciler, karşımda düşmanlar ve bitmek bilmeyen ihtiyaçlar içinde yolumdan oluyor, sarhoş olup yolcu olduğumu dahi unutmaya çalışıyordum.