Tahar Ben Jelloun – Kum Çocuk PDF Oku indir
Tahar Ben Jelloun – Kum Çocuk PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Tahar Ben Jelloun – Kum Çocuk kitabını araştırdık. Ayrıca Tahar Ben Jelloun tarafından kaleme alınan Tahar Ben Jelloun – Kum Çocuk kitap özetinin yanı sıra, Tahar Ben Jelloun – Kum Çocuk pdf oku, Tahar Ben Jelloun – Kum Çocuk yandex, Tahar Ben Jelloun – Kum Çocuk e-kitap pdf, Tahar Ben Jelloun – Kum Çocuk PDF Drive, Tahar Ben Jelloun – Kum Çocuk Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Tahar Ben Jelloun – Kum Çocuk PDF indir Oku
Önce, geçmişte kalan uykusuzlukların derinleştirdiği yara izlerine benzer dikey kırışıklarla uzamış, tıraşsız, zamanın işlediği şu yüz vardı. Yaşam —hangi yaşam? Unutuşun oluşturduğu garip bir görünüm— onu hırpalamış, türlü zorluklarla önüne dikilmiş, üstelik onu rahatsız etmiş olmalıydı. Bu yüzde derin bir yarayı okumak veya tahmin etmek olabilecekdü. Beceriksiz bir el hareketi, uzun süren bir bakış, dikkatle inceleyen veya kötü niyetli bir göz, bu yarayı yeniden açmaya yeterliydi. O gün ışığına çıkmaktan kaçmıyor, gözlerini koluyla kapatıyordu. Güneş ışığı, lamba ışığı veya dolunay ışığı, onu rahatsız ediyordu: Üstündekileri sıyırıp onu çırılçıplak ortada bırakıyor, derisinin altına dek sızıyor ve orada utancı veya içe akıtılmış gözyaşlarını görülmektedirıyordu. Bu ışığın, maskelerini yakacak bir alev gibi, kendisiyle başkaları içinde gerekli mesafesi koruyan etten perdeyi ağır ağır açacak bir bıçak gibi, bedeninin üzerinden geçtiğini hissediyordu. Onu öteki insanlardan ayıran, koruyan bu yüzey, bir gün ortadan kalkarsaydı ne olurdu hali acaba? Merakla, kötü gözle ve hatta inatçı bir hınçla peşine düşmekten bıkmayanların kolları arasına, hiç savunmasız atılmış olacaktı: öteki insanlar, otoriter ve gizemli varlığı ile kendilerini rahatsız eden bir yüzün suskunluğundan ve zeki oluşundan hoşlanmıyorlardı. Işık onu soyuyordu. Gürültü ise deli ediyordu. Üst katta, terasa bitişik bu odaya çekildiğinden beri, dış dünyaya katlanamıyor, ilişkisini haftada bir kez kapıyı Malika’ya açarak sürdürüyordu. Malika, ona yemeğini, mektuplarını ve portakal çiçekleriyle dolu bir kâse getirirdi. Aileden biri sayılan bu yaşlı kadını çok seviyordu. Hem saygılı, hem de yumuşak huylu biriydi; hiç soru sormazdı ona; herhangi bir suçluluk duygusu bağlıyor olmalıydı ikisini birbirine. Gürültüler.
Ya çığırtkan cırtlak, veya kısık boğuk insan sesleri. Pis pis gülüşmeler, radyoların ağlayıp sızlayan şarkıları. Avluda devrilen su kovalarının gürültüleri. Kör bir kediye veya delilerin, bir de hayvancıkların tuzaktan tuzağa düştükleri ara sokaklarda, yolunu izini yitirmiş üç ayaklı bir köpeğe işkence eden çocukların sesleri. Dilencilerin yakınmaları ve ağlayıp sızlanmaları. Berbat bir ses kaydıyla milleti namaza çağıran ve günde beş kez hoparlörden yayımlanan keskin ezan sesi. Namaza çağırmaktan çok isyana teşvik eder gibiydi. Kentten git gide artan ve oracıkta, tam odasının olduğu yerin birazcık üzerinde bekleyen bir yığın insan sesi ve şamata, gürültü; rüzgârın onları dörtbir yana dağıttığı veya güçlerini kısıp azalttığı anlar. Bu tür sayrılı hassaslığını geliştirmişti; çok hassas ve uyanık bedeni en ufak sarsıntıda bile bu ikazları yakalayıp hissediyor ve bunları o derecede canlı tutuyordu ki, kuvvetlikle uyuyor veya hiç uyuyamıyordu. Onda beş duyu pek öyle düşünüldüğü gibi körelmiş filan değildi, tersine çok daha güçlenmiş, aşırı hassas, etkin bir duruma gelmiş, aralıksız çalışmaktaydı. Duyular gelişmiş ve yaşamın altüst ettiği yazgının da yakında zamandan saptırdığı bu bedenin her yanını kaplamıştı. Koku alma duyusu, kokuların hepsini bir bir topluyordu. Burnu bütün kokuları, yakınında olmayanları bile ona kadar getiriyordu. Kendisi de bir körün burnuna, halen soğumamış bir cesedin işitme ve bir kâhinin görme duyularına sahip olduğunu dile getiriyordu. Yaşantısı bir aziz yaşantısı olmamıştı, ama öyle olabilirdi; daha yapacak çok işi olmamış olsaydı.
En üst kattaki odaya çekildiğinden beri kimse onunla konuşmaya yeltenmiyordu. Uzun zamana gerek duyuyordu, elini ayağını toparlaması, geçmişine bir düzen vermesi, etrafındakilerin son haftalarda kendisi ile ilgili edindikleri korkunç görüntüyü düzeltmesi, ölümünü inceden inceye ayarlaması ve her şeyini yazdığı, içini döktüğü gizlerini yazdığı güncesine —belki de yalnız bir tek giz— olduğu gibi aktarması, anahtarlarının yalnızca kendisinde olduğu bir öykünün taslağını hazırlamak için belki de aylar gerekiyordu. Kalın ve kalıcı bir sis tabakası ağır ağır onu kuşku dolu bakışlardan, yakınlarının ve komşularının kapı eşiklerinde sarfettikleri kötü sözlerden koruyordu. Bu beyaz tabaka onu endişe ve tasalardan kurtarıyor, uykuya hazırlıyor, düşlerini besliyordu. İnzivadaki durumu, zaten ailesinin umurunda değildi. Onun derin bir sessizliğe gömüldüğünü veya ani öfkelere kapıldığını, özellikle de haksız yere öfkelendiğini görmeye alışmışlardı. Kendisiyle ailesinin öbür bireyleri arasına anlatılmaz türden bir şeyler yerleşiyordu. Onun haklı nedenleri olabilirdi, ama bunu yalnızca kendisi açıklayabilirdi. İçinde yaşadığı dünyanın kendisine ait olduğuna karar vermişti; annesininkinden de, kızkardeşlerininkinden de üstün, ne olursa olsun değişik bir dünyaydı bu. Üstelik, anne ve kızkardeşlerinin birer dünyaları olmadığını düşünüyordu. Çok bir şey istemeksizin, onun buyrukları, yasaları ve istekleri ışığında her şeyi yüzeysel olarak yaşıyorlardı. Aralarında gerçek anlamda konuşmasalar da, bedenine, el kol hareketlerine, kendisini hemen hemen çirkinleştirecek olan çok sayıda tik sebebiyle yüzünün uğradığı değişime söz geçiremediğinden inzivaya çekilmek zorunda kaldığını tahmin etmiyorlar mıydı? Bir süredir benimsediği tutum, otoriter bir erkeğin, büyük evin tartışmasız reisinin, babasının yerini almış olan ve yuvasını en ince ayrıntısına kadar düzene koyan bir erkeğin tutumu değildi ki. Sırtı hafifçe kamburlaşmış, omuzları eski görüntüsü yitirmişti; daralmış ve eski dirilikleri kalmamış olan bu omuzlar bir sevgilinin başını yaslayacağı veya bir dostun elini üstüne koyacağı türden değildiler. Sırtının üst bölümünde, anlatılması zor bir ağırlık duyuyor, dik durmaya veya geriye yatık durmaya çabalayarak yürüyordu. Ayaklarını yerde sürüyor, bedenini toparlamaya çalışıyor, ona bir an bile rahat vermeyen tiklerin mekanizmasıyla içten içe savaşıyordu.
Durumu, ortada böylesi bir evrimi akla getirebilecek hiçbir ipucu yokken, aniden bozulmuştu. Uykusuzluk, gecelerini altüst eden sıradan bir durumdu; öylesine yaygın olan, öylesine giderilmez bir bozukluktu ki. Ama bedeniyle kendisi içinde bir kopukluk, bir tür kırıklık olduğundan beri yüzü yaşlanmış, yürüyüşü bir sakatın yürüyüşüne dönüşmüştü. Ona kala kala salt yalnızlığa sığınmak kalmıştı. Bu da ona önceki yaşamıyla alakalı bir durum saptaması yapmayı ve yüce sessizliğin egemen olduğu ülkeye yapacağı kesin yolculuğa hazırlanmayı sağlamıştı. Kalp durmasından, beyin veya bağırsak kanamasından gitmeyeceğini biliyordu. Yalnız derin bir keder, beceriksiz bir elin kendisinin üstüne bıraktığı bir tür melankoli, şüphesiz uykudayken bitiriverecekti işini; yalnızca müthiş olan bir yaşamın, müthiş olan ve onca yıl ve deneyimden sonra sıradan bir gündelik yaşamın bayağılığına düşmeye katlanamayan bir yaşamın. Ölümü de yaşamı kadar yüce olacaktı; şu farkla ki, kendisi maskelerini yakmış olacak, toprağa çırılçıplak, kefensiz öylece yatacak, toprak onu kendi kendisine kavuşturuncaya kadar ağır ağır elini ayağını kemirecek, bunu da kendisi için gerekli bir yük olan gerçek içinde yapacaktı. İnzivadaki otuzuncu gününde, ölümün odasını kapladığını görmeye başlıyordu. Zaman zaman eliyle dokunuyor, yokluyor, daha erken olduğunu, yoluna koyması gereken âcil birtakım işlerin yarım kaldığını anlatmak ister gibi az ötesinde tutuyordu ölümü. Geceleri ölümü, dolanıp duran, tepkisiz, yorgun, ama hâlâ kuvvetli bir örümcek şekilinde oynuyordu kafasında. Onu böyle hayâl etmesi, bedenini iyice kasıyordu. Daha sonra kuvvetli —belki de metalsi— eller düşünüyordu. Yukarıdan gelecek ve korkunç örümceği yakalayacak, onun mekânından, işlerini bitirmesi için gereken zamanı çekip alacaktı. Şafak sökerken örümcek falan kalmıyordu.
Yalnızdı, kıymetli eşyalarla çevriliydi, oturmuş, gece boyunca yazdığı sayfaları okuyordu. Uyku, öğlene varmadan bastırırdı. Birgün Mısırlı bir ozanın, bir günce tutulmasını şöyle doğruladığını duymuştu: «Ne kadar uzaktan gelinirse gelinsin, yine de insan kendisinden geliyordur. Bir insanın, artık varolmadığını söyleyebilmesi için, bazan bir günce gerekli olur.» Kendi yazgısı da tıpkı böyleydi: artık olmaktan uzaklaştığı şeyi anlatmak. Peki, kimdi o? Bu soru, bir sıkıntı veya bir bekleyiş sessizliğinin ardından ortaya atıldı. Anlatıcı, hasır üzerine bağdaş kurup oturmuştu. Dosyadan bir defter çıkarıp orada bulunanlere gösterdi. Giz oradaydı, bu sayfalar içinde hecelerle ve görüntülerle dokunmuştu. Ölmeden az önce emanet etmişti onu. Ölümünden fakat kırk gün sonra açacağıma yemin ettirmişti. Bu süre tümüyle ölme süresiydi, bizler için kırk günlük yas, onun içinse toprağın karanlıklarına yapacağı kırk günlük yolculuk süresi. Kırkbirinci günün gecesi defteri açtım ve cennet kokusu içinde kaldım. Öyle kuvvetli bir kokuydu ki, az daha soluksuz kalıp boğuluyordum. İlk tümceyi okudum ve hiçbir şey anlamadım.
İkinci paragrafı okudum, yine hiçbir şey anlamadım. Bütün birinci sayfayı okuyunca ruhum aydınlanıverdi. Şaşkınlık belirtisi olan gözyaşlarım kendiliğinden süzülüyordu yanaklarıma. Ellerim nemlenmişti, kanım eskisi gibi dolaşmıyordu damarlarımda. O zaman bildim, eşi bulunmaz kitaba, kısa ve yoğun bir yaşamın icatettiği, uzun bir deneyim gecesinde yazılan, büyük taşların altında gizli tutulan ve felâket meleği tarafından korunan gizlerin kitabına sahip olduğumu. Bu kitap, dostlarım, ne elden ele dolaştırılır, ne de kimseye verilir. Onu masum insanlar okuyamaz. Ondan yayılan ışık oraya farkında olmadan bakan hazırlıksız gözleri kamaştırır ve kör eder. İşte bu kitabı ben okudum, bu gibi insanlar için ben çözdüm. Sizler ona benim gecelerimi ve bedenimi aşmadan erişemezsiniz. Ben bu kitab’ım. Ben kendim gizlerin kitabı oldum; Onu okumanın bedelini yaşamımla ödedim. Sonuna varınca, aylar süren uykusuz gecelerden sonra bu kitabın bende canlandığını hissettim; çünkü yazgım böyle. Sizlere bu öyküyü anlatmak için bu defterin kapağını açmayacağım bile, çünkü bir kere her bölümünü ezberledim, bunun yanı sıra ihtiyatlı olmak gerekir. Ey iyinin insanları! Birazdan gün batacak, karanlık ekranlara gelecek, ben kitabımla başbaşa kalacağım, sizler de sabırsızlıkla… Bakışlarınızda dolaşan şu tehlikeli huzursuzluktan kurtulun.
Sabırlı olun; sorunun tünelini bizimle birlikte kazın ve beklemeyi bilin, tümcelerimi değil —zaten kazılmış onlar— denizden ağır ağır yükselecek olan ve zamanın sesini ve kırdığı şeyi açıklamap sizleri kitabın yoluna sokacak olan şarkıyı bilave edin. Bilin ki bu kitabın, en azından iki metre alanınde ve dal gibi ince, kuvvetli kuvvetli, en az üç adam boyu yükseklikte bir duvara açılmış yedi kapısı var. Yeri geldikçe bu kapıları açmanız için size anahtarları vereceğim; gerçekte bu anahtarlar sizde, ama bunu bilmiyorsunuz, bilmiş olsanız bile onları çevirmeyi bilemezsiniz, sonra hangi mezartaşının altına gömeceğinizi de. Şimdilik bu hususta yeterince bilginiz var. Gökyüzü tutuşmadan önce ayrılsak iyi olur. Yarın yine gelin, tabii Gizler Kitabı hâlâ kafanızdaysa. Kadınlar ve erkekler usulca kalktılar yerlerinden, tek söz etmeden meydandaki kalabalığa karıştılar. Anlatıcı, pöstekiyi dürdü, divitlerini ve mürekkep hokkasını ufak bir torbaya yerleştirdi. Deftere gelince, onu kara bir ipek kumaşa özenle sardı, sonra da dosyasına koydu. Gitmeden önce ufak bir çocuk, eline kara bir somunla bir zarf tutuşturdu. Ağır ağır yürüyerek meydandan ayrıldı ve alacakaranlığın ilk ışıkları içinde yitip gitti.