Tahsin Yücel – Yazının Sınırları PDF Oku indir
Tahsin Yücel – Yazının Sınırları PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Tahsin Yücel – Yazının Sınırları kitabını araştırdık. Ayrıca Tahsin Yücel tarafından kaleme alınan Tahsin Yücel – Yazının Sınırları kitap özetinin yanı sıra, Tahsin Yücel – Yazının Sınırları pdf oku, Tahsin Yücel – Yazının Sınırları yandex, Tahsin Yücel – Yazının Sınırları e-kitap pdf, Tahsin Yücel – Yazının Sınırları PDF Drive, Tahsin Yücel – Yazının Sınırları Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Tahsin Yücel – Yazının Sınırları PDF indir Oku
Yıllar önce, Isǚ tanbul’da, genelde roman etrafında dönen bir söyleşinin sonunda, Michel Butor, en büyük düşlerinden birinin yapıtlarının son halkası olarak “geleneksel bir roman” yazmak olduğunu söylemişti bana. Michel Butor gibi en belirgin özelliği durmamacasına yeni şekiller aramak olan bir yazardan pek beklenmeyecek bir sözdü bu. Ama, biraz düşünülecek olursa, anlaşılmayacak bir söz değildi. Her şeyin dizilere bağlandığı, en yeni, en özgün buluşların bile kaşla göz içinde kalıplaştırılıverdiği, bunun sonucu olarak da yozlaştırıldığı, yabancılaştırıldığı bir çağda, yeni şekiller –bundan dolayı yeni içerikler– aramayı benliğinin ve yapıtının geçerliliğini ve bütünlüğünü korumanın başlıca yolu olarak gören bir yazardı; ama nerdeyse her yapıtta yeniden başlayan bu sürekli arayışın tek amaç durumuna gelerek başka türlü bir yabancılaşmayla sonuca varılmasından korkuyor, Balzac’ın, Flaubert’in, Proust’un gerçekliği daha az dolaylı bir biçimde görülmektediran, üstelik daha da kolay ileten anlatım şekillerini bir “yitirilmiş cennet” gibi görüyor, tuttuğu dolambaçlı yolların kendisini en sonunda buraya getireceğini düşlüyordu. Çünkü, gerçekçiliği tarihsel bir akım olarak düşünmezsek, özünde gerçekçi bir yazardı. Ikǚ ide bir, “Yazı benim belkemiğimdir” gibi, “Ben yaşamımın birliğini sağlamak maksadıyla yazıyorum” gibi sözler söylemesi de bunu gösterirdi. Bu açıdan bakılınca, “öz bilincin bilincine varmamı yazın sağladı” veya “Kendimde ve çevremde olup bitenler hususunda yazın aydınlattı beni” türünden sözler eden Peter Handke’nin de Butor gibi özünde gerçekçi bir yazar olduğu söylenebilir. O da Butor’un beklediğini bekler yazından: “Yazından bitmiş görünen bütün dünya tasarımlarımı kurmasını bekliyorum,” der. Aynı biçimde, ortaya ilk çıkışlarında çarpıcı, ikazcı, aydınlatıcı olmuş anlatım şekillerinin yaygınlaştıkları ölçüde “yapmacıklaşarak” birer boş kalıba dönüştükleri görüşünden yola çıkarak, “Benim için bir olanak fakat bir kez var olur. Sonra bu olanağa öykünmek bile olanaksızdır. Ikǚ inci kez kullanılan bir söyleyim olanağı hiçbir yenilik getirmez, fazla fazla bir çeşitlemedir,” demesi de Butor’a yaklaştırır Handke’yi. Bu bakımdan, şekil ile içeriğin “bir kâğıdın iki yüzü gibi” birbirinden ayrılmaz olduğu da göz önüne alınınca, Handke’nin, “Ben ϐildişi kulede oturanlardanım,” derken, bu deyimi alışılmış, olumsuz anlamında kullanmadığını kesinlemek gerekir. Bunun yanında, öte yandan eğitimini eğiticilere değil, yazına borçlu olduğunu söylerken, öte yandan da yazının böyle bir işlevi bilinçle yüklenmesine karşı olduğunu söyler Handke. Neden? Yazar için geçerli saydığını okur için geçerli saymadığından mı? Kendisini eğiten şeyin yalnızca kendi arayışları, kendi yapıtları olduğunu kesinlemediğine göre, hayır. Odžzel olarak yazın, genelde da sanat için bir amaç düşünmeyi saçma bulduğundan böyle konuşur: “Sanat için bir amaç düşünmek saçmadır.
Herhangi bir şeye doğrudan yönelik değildir sanat; bir şekildir ve bu niteliğiyle hiçbir şeye yönelik değildir, oldukça önemli oyundur olsa olsa.” Evet, sanat, yalnızca yaratım süreci olarak değil, özüyle de bir oyundur ona göre, çünkü biz gerçeği, gerçek düşünceyi ileterek gerçek bir etkinlikte bulunmak için ne denli uğraşırsak uğraşalım, “yazın alıntıladığı dilsel gerçekliği de, adlandırdığı dildışı gerçekliği de oyuna dönüştürür” ister istemez. Yazının bütün sanatlarla paylaştığı bu özelliğin sonucu olarak, Jean Paul Sartre’ın düşündüğü anlamda bir bağlanımdan söz etmek saçma olur: “Bağlanım amaç yönünden toplumsal gerçekliğin değiştirilmesine yöneliktir”, oysa, yazın öncelikle şekil olduğuna göre, “yazınsal şekil karmaşıklaştığı ölçüde kendisine bağlanan bağlanım da yabancılaşır. Biçime uyma ne denli yetkin düzeyde gerçekleştirilirse, bağlamım da o denli yörüngesinden ayrılır, gerçekliğini yitirir, gerçekdışı olup şekile dönüşür ve bağlanım kavramıyla bir ilintisi kalmaz”, iletilmek istenen bildiri inandırıcı olmaktan çıkar. Böylece, Odžrneğin Brecht, söylemek istediklerini doğal bir konuşma havası içinde söylemek için çok çabalar harcamıştır, ama, yazında doğal konuşma olmadığı, olamadığı için, bildirileri birer bildiri olarak gerçekliklerini yitirmişler, birer koşuğa, birer şekile, birer oyuna dönüşmüşlerdir. Doğrusunu söylemek gerekirse, tümden yabana atılacak savlar değil Peter Handke’nin savları. Bir kez, herhangi bir aktarmadan söz edilebileceği ölçüde, yazına aktarılmış gerçeğin (söz veya nesnenin) başka türlü bir kimlik kazanarak kendi kendine yabancılaştığı, bunun sonucu olarak da işlevinin değiştiği doğrudur. Hiç değilse, Handke’den önce bir çok yazar vurgulamıştır bu gerçeği. Ama bu dönüşümün her zaman olumsuz yönde, yani etkini etkisizleştirecek biçimde gerçekleştiğini savunmak zordur. Görünüşe bakılırsa, Handke sözlerin düşünülmeden, ölçülüp biçilmeden kullanıldıkları sürece eldeğmemişliklerini korudukları, buna karşılık, yazın yapıtında birer kuru kalıba dönüştükleri görüşünden yola çıkarak varır bu sonuca. Oysa bütün bu sözler, yazın düzleminde yeni bir kimlik kazanarak yazınsal şekile dönüşmekle birlikte, yalnızca bir yazınsal şekil olarak algılanmadıklarına göre, çok değişik sonuçlara da ulaşılabilir, gerçek söyleme öykünen yazınsal söylem gerçek söylemden fazla daha gerçek görünebilir, çok daha etkili olabilir. Paul Valery’nin anlatı türünü, “Markiz saat beşte sokağa çıktı” türünden, her gün kullandığımız tümcelerle karışan, dümdüz tümcelerle doludur diye küçümsediği söylenir. Ne var ki, gerçekten yazınsal bir bağlamda yer alınca, en beylik, en yıpranmış, en bayağı sözlerin bile çiçeği burnunda nitelikler, çiçeği burnunda işlevler kazandıklarını, bunu da içinde yer aldıkları yapıtın başka öğeleriyle kurdukları bağıntılara borçlu olduklarını söyleyebiliriz. Madame Bovary’deki tarım şenliği söylevi bunun en enteresan örneklerinden biridir. Malraux da Balzac’ın kimi bireylerinin ağzından işittiğimiz en alışılmış sözlerin gerçek yaşamda taşıyabileceklerinden fazla daha güçlü anlamlarla yüklü olduklarını söyler.
Kısa olaraksı, gerçek yaşamın kalıpları başka, yazın yapıtının kalıpları başkadır. Bunun yanında, eldeğmemişi kuru kalıba dönüştürdüğünü söylersek, öz bilincimizi bize yazının kazandırdığını nasıl kesinleyebiliriz? Açık bir çelişki olmaz mı bu? Olur şüphesiz. Ama Handke çelişkiden sakınan bir yazar değildir. Eğitimini her şeyden önce yazına borçlu olduğunu kesinledikten sonra, “Bir koşuğun örneğin gerçeklik hususunda cilt cilt bilimsel yapıttan daha çok şey söylediği yolundaki savların bence hiçbir değeri yok. Georg Trakl’ın Kaspar Hauser’inden kendi payıma hiçbir şey öğrenmedim; hukukçu Anselm von Feuerbach’ın aynı husustaki yazısındansa çok şey öğrendim. Hem de öğrendiklerimin kendi gerçekliğim yönünden çok yararı dokundu bana,” diyebilir. Handke, “sanatın kendi ötesinde hiçbir anlamı bulunmadığını’’, örneğin bir yazın yapıtında bulunan bildirinin “yalnızca kendi kendisinin bildirisi” olduğunu söylerken, çelişkiyi aşamasa bile, görüşünü bir ölçüde temellendirir. Udžstelik, bilinen bir gerçeği dile getirmiş olur: Adına yaraşır her sanat yapıtı kendi kendinde bir bütündür, kendi öz dizgesinin dışında kalan hiçbir şeyle özdeşleşmez. Ama, hemen belirtmek gerekir ki, yalnızca sanat yapıtlarına özgü bir nitelik değildir bu: Bilimsel yapıtlar için de söyleyebiliriz aynı şeyi, siyasal söylevler için de, varlığını toprağa, suya, havaya ve güneşe borçlu olan ağaç veya meyve için de, dil için de aktarabiliriz. Bilindiği gibi, dil olgusunu kavramanın en doğru, en kestirme yolu onu kendi özgül mantığı, kendi özgül yapısında, “kendi kendinde ve kendi kendisi için” ele almaktır. Ama dilin özgül bir yapı, bağımsız bir dizge oluşturması kendi dışında kalan şeylerle hiçbir bağıntı kurmadığını, kendinden başka hiçbir şeyi yansıtmadığını, kendinden başka hiçbir şeye göndermediğini göstermez. Tam tersine, kendi dışındakini yansıtma, kendi dışındakine gönderme hususunda ondan daha etkin bir araç bilmiyoruz. Yazın da her şeyden önce bir dil olduğuna göre, dil için geçerli olan üç aşağı beş yukarı yazın için de geçerlidir. Yazın da bir şeyler taşır hep; şu veya bu biçimde, hep kendi dışında bir şeylere gönderir. “Fildişi kulede oturanlardan” olsak bile.
Işǚ in enteresan yanı, kişiyi daha bilinçli bir yaşama yöneltebilmek için “yazınsal çizgeleri değiştirmek” gerektiğini söylemekle, Handke de dolaylı biçimde doğrular bunu. Hiç şüphesiz, kimi bağımlı yazarlar gibi kitleye öncülük etmek, toplumun düzenini değiştirmek değildir amacı, ama, yalnızca belirli bireylerin yaşama ve algılama şekillerini değiştirmek maksadıyla alışılmış kalıpları yıkarak “yazınsal çizgeleri değiştirmek” istemek bile, — yazının kendi dışında bir şeyler gösterdiğini, kendi dışında bir şeylere gönderdiğini, — değişik yazınsal çizgeler, bundan dolayı da değişik yazın yapıtları içinde birtakım bağıntılar kurulduğunu, — yapıtın kendi öz varlığının da, yansıttığı gerçeğin de sınırlarını aşan bir işlevi bulunduğunu varsaymak demektir