Samed Behrengi – Bir Şeftali Bin Şeftali PDF Oku indir
Samed Behrengi – Bir Şeftali Bin Şeftali PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Samed Behrengi – Bir Şeftali Bin Şeftali kitabını araştırdık. Ayrıca Samed Behrengi tarafından kaleme alınan Samed Behrengi – Bir Şeftali Bin Şeftali kitap özetinin yanı sıra, Samed Behrengi – Bir Şeftali Bin Şeftali pdf oku, Samed Behrengi – Bir Şeftali Bin Şeftali yandex, Samed Behrengi – Bir Şeftali Bin Şeftali e-kitap pdf, Samed Behrengi – Bir Şeftali Bin Şeftali PDF Drive, Samed Behrengi – Bir Şeftali Bin Şeftali Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Samed Behrengi – Bir Şeftali Bin Şeftali PDF indir Oku
Fakir ve susuz köyün bitişiğinde çok büyük bir bağ vardı, güzel mi güzel, içinden suyu akan, meyva ağaçlarıyla dolu bir bağ. Bağ o kadar büyük ve ağaçlıktı ki bir ucundan dürbünle baksan, öbür ucunu göremezdin. Köy ağası birkaç yıl önce araziyi parselleyip köylülere satmış, ama bağı kendine ayırmıştı. Tabii köylülerin arazisi düz ve ağaçlık değildi. Su da yoktu üstelik. Vadinin ortasında bir düzlük vardı. İşte ağanın bağı orasıydı. Köylüler ağadan satın aldıkları tepelerdeki engebeli arazilerde ve vadideki yamaçlarda arpa, buğday ekiyorlardı. Her neyse, geçelim bunları; belki de öykümüzle ilgisi yok. Bağda iki şeftali ağacı yetişmişti. Biri daha ufak ve gençti. Bu iki ağacın yaprağı, çiçeği tıpatıp birbirine benzerdi. Her gören daha ilk bakışta ikisinin de aynı cins ağaç olduğunu anlardı. Büyük ağaç aşılıydı. Her yıl iri iri, pembe pembe, güzel şeftaliler verirdi.
Avuca zor sığan bu şeftalileri insan ısırıp yemeye kıyamazdı. Bahçıvan büyük ağacı bir yabancı mühendisin aşıladığını, aşıyı da memleketinden getirdiğini söylerdi. Bu kadar çok para harcanan bir ağacın şeftalileri de tabi ki kıymetli olur. Nazar değmesin diye birer tahtaya Kur’ân’dan “Ve in yekâd” âyeti yazılıp ağaçların gövdesine tutturmuşlardı. Küçük şeftali ağacı aşağı yukarı her sene bin çiçek açar ama bir şeftali bile vermezdi. Ya çiçeklerini döker, veya şeftaliler olgunlaşmadan sararıp dökülürdü. Bahçıvan elinden geleni yapıyordu yapmasına ama ufak şeftali ağacında hiç değişiklik olmuyordu. Her yıl dallanıp budaklanıyor, yine de ilaç niyetine bir şeftali bile büyütmüyordu. Küçük ağacı da aşılamak geldi bahçıvanın aklına; ama ağaç yine değişmedi. İnat ediyordu adeta. İyice bunalan bahçıvan bir hileyle ağacı korkutmak istedi. Gidip bir testere getirdi; karısına da seslendi. Küçük şeftali ağacının önünde testere bilemeye koyuldu. Testere bir güzel bilendikten sonra geri geri gitti;”Şimdi gelip seni kökünden keseceğim. Hele şeftalilerini dök de göreyüm bakayım!” der gibi ağacın üzerine yürüdü.
Daha bahçıvan ağaca yaklaşmadan karısı elinden tuttu: – Ölümü gör, n’olur hakim ol kendine. Sana söz veriyorum, önümüzdeki yıldan bu yana şeftalilerini dökmeyip büyütecek. Yine tembellik ederse o zaman ikimiz birden keser, odununu tandırda yakarız. Bu oyun da ağaçta bir değişiklik yapmadı. Şimdi bilmek istiyorsunuz ufak şeftali ağacının kelimelerini ve neden meyvalarını olgunlaştırmadığını, değil mi? Pekala. Dinleyin öyleyse. Kulaklarınızı iyi açın. Küçük şeftali ağacı konuşmak istiyor. Artık çıt çıkarmayın; bakalım ufak şeftali ağacı ne diyor. Serüvenini anlatacak galiba: “Biz yüz, yüzelli şeftali bir sepette duruyorduk. Güneş zarif kabuklarımızı kurutmasın, al yanaklarımıza toz konmasın diye bahçıvan üstümüze asma yaprağı örtmüştü. İncecik asma yaprağından hafif bir yeşil ışık giriyordu içeri. Bu renk yanaklarımızın allığıyla karışıp çok hoş bir manzara oluşturuyordu. Daha güneş doğmadan koparmıştı bahçıvan bizi. Bundan dolayı bedenlerimiz serin ve nemliydi.
Sonbahar gecelerinin soğuğu hâlâ üstümüzdeydi. Yeşil yaprakların içinden hafif bir ışık geçip sıcağı içimize işliyordu. Tabii, biz bir ağacın çocuklarıydık. Bahçıvan her sene bunun yanı sıra annemin şeftalilerini toplayıp sepete koyuyor ve şehre götürüyordu. Orada ağanın evinin kapısını çalıyor, sepeti verip köye dönüyordu. Şimdi de öyle ya. Dediğim gibi biz yüz, yüzelli olgun ve sulu şeftaliydik. Benim de tatlı ve leziz suyum vardı. Yumuşak, incecik kabuğum çatlayacak gibiydi. Yanaklarımın kırmızılığını görsen mutlaka çıplak olduğum için utandığımı sanırdın. Hele hele, yıkanmış gibi üstümde başımda sonbahar çiyleri vardı. İri, çetin çekirdeğim yeni bir yaşamı düşlüyordu. Daha iyisini söyleyim, ben yeni bir yaşamı düşünüyordum. Çekirdeğim ayrı değildi benden. İlk bakışta görülmek için bahçıvan beni sepetin üstüne koymuştu; belki de daha iri ve sulu olduğum için.
Kendimi övmüyorum burada. Fırsatını bulan her şeftali gelişir, büyür ve olgunlaşır, bol sulu olur. Ama tembellik edip de kurtlara aldanan, onlara derilerine, etlerine, hatta çekirdeklerine kadar girme izni veren şeftaliler gelişemez. Sepette durduğumuz gibi ağanın evine gitmiş olsaydık, ben ağanın sevgili kızına nasip olacaktım. Ağanın kızı da benden bir ısırık alacak, fırlatıp atacaktı. Ağanın evi tabii ki evinden içeri bir tane şeftali, salatalık, zerdali girmeyen Sahibali ile Pulad’ın evi gibi değildi. Oysa bahçıvan, ağanın kızı için yabancı ülkelerden meyva getirttiğini dile getiriyor. Kızına uçakla portakal, muz, üzüm, hatta çiçek getirtiyor. Bunun için de su gibi para harcaması gerek. Şimdi hesap et bakalım ağanın kızının giysi, okul, yiyecek, doktor, bakıcı, uşak, oyuncak, seyahat ve gezme tozma parasını. Sen de, her ay onbin Tümen, ben diyeyim onbeş bin Tümen; yine az olur. Gelelim konumuza. Bahçıvan elinde sepet, bağın ortasındanki bahçeden geçerken birden ayağının altındaki sıçan yuvası çöktü; nerdeyse yere kapaklanacaktı. Ama ayakta durmayı başardı. O sırada sepet şiddetle sarsıldığından ben kayıp yere düştüm.
Bahçıvan beni görmedi; çekti gitti. Güneş, ışınlarını tüm bağa yollamaya başlamıştı. Toprak biraz ılıktı ama güneş çok sıcaktı. Belki de benim vücudum gibi serindi. Sıcak ağır ağır kabuğumdan geçip etime kadar ulaştı. Vücut suyum da ısındı. Sonra sıcaklık çekirdeğime geldi. Bir süre sonra susamakta olduğumu hissettim. Annemin yanındayken ne zaman susasam ondan suyumu alırdım; daha çok üstüme vurup beni ısıtsın diye güneşe bakardım. Güneş ışınları üstüme gelir ve yanaklarım sımsıcak olurdu. Annemden su emer, gıdamı alır ve vücut suyum kaynamaya başlardı. Yüzümdeki damarlar daha bir al al olur, ağırlaşırdım; annemin kolunu eğer, kıvrılırdım. Annem “Güzel kızım, güneşten kaçma. Güneş bizim dostumuz. Toprak bize gıda verir, güneş de onu pişirir.
Üstelik sen güneş aracılığıyla güzelsin. Bak, güneşten kaçınanlar nasıl da sarı benizli ve kemikliler. Güzel kızım, bir gün güneş yere darılır da parlamayacak olursa, yeryüzünde canlı diye bir şey kalmaz; ne bitkiler, ne hayvanlar.” derdi. Bundan dolayı gücüm yettikçe kendimi güneşe teslim eder, güneşin sıcaklığını emer ve içimde toplardım. Günden güne güçlendiğimi görürdüm. Hep sorardım kendime: “Günün birinde birisi güneşi gücendirirse ve güneş de bize küserse ne olurdu halimiz o zaman?” Nihayet bir gün anneme sordum: – Anneciğim, günün birinde güneş hanım darılır da bize küserse, ne yaparız? Annem yapraklarıyla yüzümdeki tozları sildi: – Neler düşünüyorsun böyle! Sen akıllı bir kızsın. Biliyor musun kızım, güneş hanım birkaç kendini beğenmiş yüzünden küsmez bize. Ama ağır ağır ışığını ve sıcaklığını yitirip ölebilir. İşte o zaman başka bir güneş bulmamız gerekir. Yoksa karanlıkta kalır, soğuktan donar ve kururuz. Sahi, nerde kalmıştık? Evet, evet, sıcağın çekirdeğime kadar gelip beni susattığından söz ediyordum. Bir süre sonra vücut suyum kaynamaya, kabuğum kurumaya ve çatlamaya yüz tuttu. Bir karınca koşa koşa geldi, etrafımda dönenmeye başladı. Sepetten düştüğümde kabuğum bir yerden çatlamış ve vücut suyumun bir kısmı dışarı dökülmüş, güneşte katılaşmıştı.
Karınca başındaki hortumu özsuyuma sokup içti. Sonra bıraktı beni. Hortumuna baktı, baktı, sonra yine daldırdı hortumunu, kaldırdı duyargalarını. Öyle bi hayli hızlı çekiyordu ki hortumu kökünden sökülecek sandım birden. Karınca biraz daha zorladı. Sonunda katılaşmış özsuyumu yerinden söküp, sevinerek koşa koşa yanımdan uzaklaştı.