Tevfik Taş – Deprem 7.2 Irkçılık 77.2 PDF Oku indir
Tevfik Taş – Deprem 7.2 Irkçılık 77.2 PDF Oku indir, e-kitap sitemizde Tevfik Taş – Deprem 7.2 Irkçılık 77.2 kitabını araştırdık. Ayrıca Tevfik Taş tarafından kaleme alınan Tevfik Taş – Deprem 7.2 Irkçılık 77.2 kitap özetinin yanı sıra, Tevfik Taş – Deprem 7.2 Irkçılık 77.2 pdf oku, Tevfik Taş – Deprem 7.2 Irkçılık 77.2 yandex, Tevfik Taş – Deprem 7.2 Irkçılık 77.2 e-kitap pdf, Tevfik Taş – Deprem 7.2 Irkçılık 77.2 PDF Drive, Tevfik Taş – Deprem 7.2 Irkçılık 77.2 Epub gibi indirme linklerini de bulacaksınızdır.
Tevfik Taş – Deprem 7.2 Irkçılık 77.2 PDF indir Oku
BBC için sanat programları hazırlayan Simon Schama, Picasso üzerine yaptığı programda şu sarsıcı olayı aktarmaktadır: “İtalyan faşizminin, Alman faşistleriyle birleşerek gerçekleştirdiği Guernica katliamı, Picasso’nun aynı adlı eseriyle dünya için bir kez daha sarsıcı olmuştur. Ama eserin yapılmasından sonra, Hitler, Paris’i de işgal etti. Hitler’in subaylarından biri Picasso’nun atölyesine gitti. Subay atölyede gördüğü Guernica tablosunun fotoğrafını göstererek: ‘– Mösyö Picasso, bunu siz mi yaptınız?’ Picasso’nun yanıtı: ‘– Hayır. Siz yaptınız.’ ” *** Van’da yaşanan depremden hemen sonra Bülent Kale’nin Bağımsız İletişim Ağı (BİA) üzerinden bizlere ulaştırdığı “Guernica: Deprem ve Savaş” başlıklı o harikulade yazı, bu müthiş eserin başka boyutlarını, başka derinliklerini ve taşıdığı başka acıları gösterdi. “Psikolog Alice Miller’ın ‘yaratıcılıkta ve yıkıcılıkta çocukluk travmaları’nın izini sürdüği Childhood: Untouched Key” adlı çalışmasından yararlanan Kale, şöyle diyordu: “Tuhaftır, savaş sahnesi denince akla ilk gelen tablolardan Guernica’nın da (Gernika okunur) kaynağını bir depremden aldığı söylenir. Picasso, Nisan 1937’de Alman Junker uçaklarının bombardımanına uğrayan Guernica’yı daha evvel hiç görmemiştir. Ne saldırıdan önce, ne saldırı esnasında, ne de saldırının ardından… Zaten tablo ilk sergilendiğinde adı Guernica değildir; Picasso tarafından bi hayli hızlıca yazılan bir şiirle sunulmuştur: ‘Çocukların çığlıkları, kadınların çığlıkları, kuşların çığlıkları, çiçeklerin çığlıkları, ahşabın ve taşların çığlıkları, tuğlaların çığlıkları, dolapların, yatakların, sandalyelerin, testilerin ve kedilerin ve kâğıtların çığlıkları, araya karışan kokuların çığlıkları, dumanların çığlıkları…’ ” Duruyoruz… Her şey faşistçe, emperyalistçe bir hava gücü üstünlüğünün ötesine; o “üstün” hava gücüyle işlenmiş büyük cinayeti de alarak başka, daha katmerli bir acıya götürüyor insanı. “Henüz üç yaşındayken 1884 Malaga depremini yaşayan ressam Pablo Ruiz Picasso’yu ve Guernica’yı” anlatmayı sürdürüyor Kale: “1884 Malaga depreminde köyü ve evi yıkılan ufak Pablo’nun depremin insanları, evleri, köyleri ve hayvanları nasıl paramparça ettiğine dehşetle tanıklık ettiğini ve akabinde hamile annesiyle birlikte sığındıkları tek göz odada annesinin doğum sancılarına ve acı yüklü çığlıklarıyla birlikte doğumuna tanıklık etmek zorunda kaldığını söyler. Miller’e göre toz duman içinde bir deprem şehrini andıracak biçimde yalnızca siyah ve gri tonların kullanıldığı Guernica’daki paramparça hayatlar ve uzuvlar (kucağında bebeğiyle haykıran kadın, boğa başı, kanadı kırık güvercin, elinde kandille ağlayan yüz, şekilini kaybetmiş at, aklını yitirmişçesine avare gezen kadın, yerde yatan adam başı ve diğerleri) Don Pablo’ya depremden kalan görüntülerdir. Picasso tanık olmadığı savaşın dehşetini anlatmak için çocukluğunda tanık olduğu depremin dehşetini kullanmış, onu işlemiştir.” *** Şimdi, ölüm gibi sözcüklerin içinde bakıyoruz, savaşın biçare kıldığı bir halka ve altındaki yerin hareketiyle gelen acılara. O acıları artıran pervasızlıklara, yıkıntıya dönmüş insan ruhlarına bakıyoruz. “Tam depreme ve savaşa dair bu satırları yazarken, güneyden Çukurca’dan kimyasal silahlarla, napalmlarla katledilmiş, paramparça edilmiş, uzuvları kopartılmış 24 gerilla bedeni haberleri geliyor” diye ekliyor Kale.
Onun da sözcük, merhem, imge, kendi kalemi ve baktığı, gördüğü şey için derman aradığını anlıyor insan: “Söyleyecek söz bulmak zor, belki de gün gelir, bu ülkenin, depremi yaşayan Kürt çocukları, ileride birebir şahit olmadıkları bu vahşeti anlatmak için akıllarına kazınan deprem sahnelerini kullanır. Bir vahşet sahnesi hatırlamakta sıkıntı yaşarlarsa tabii. Kim bilir.” II Fransız Çingenelerinin çok güzel bir sözü var: “Kalleşlik etmeden de yaşanabilir!” Bu sözü yinelerken bugün Avrupa’nın birden fazla kentinden ve doğrudan doğruya ırkçılığın “elit” güdüleriyle, yaşadıkları kentlerden kovulan, sürülen Çingeneleri de düşünmenizi rica ediyoruz… Bu sözü bir de şöyle düşünmenizi rica ediyoruz: Dünyanın egemen güçlerine “insanlık için” onlarca anlaşma hazırlayan, bu anlaşmaleri imzalayanı ve birden fazla ülkeyi bu anlaşmaleri imzalamaya ikna etmeye çalışan Avrupa’da horlandı, aşağılandı ve kovuldu Çingeneler… Bakın “Her Türlü Irk Ayrımcılığının Kaldırılması Sözleşmesi”nde ne güzel ifade edilmiştir her şey: “Irk ayrımına dayalı üstünlük öğretileri bilimsel bakımdan yanlıştır, ahlakça kınanması gerekir, toplumsal bakımdan haksız ve tehlikelidir ve herhangi bir kuram ve uygulamada ırk ayrımcılığını haklı gösterecek hiçbir dayanak yoktur.” Bugün, evet bugün de Çingeneler, siyahiler, yoksul ülkelerin insanları Avrupa’nın etkin olduğu “Birleşmiş Milletler”in dışında kalıyor. Avrupa Kendi Çingenelerini kovuyor. Bizim ülkemizdeki Çingenelere dönersek: Türkiye’nin birden fazla kentinde ve yine doğrudan doğruya ırkçı güdülerle ve yine doğrudan doğruya resmî makamların onayı, tedbiri ve saldırgan gruplara göz yummasıyla Çingenelerin başına daha acı, utandırıcı şeylerin geldiğini anlamak için basının yazdıkları bile yeterli gelmektedir. Çingeneler, mülkiyet hırsızlığına göre kurulmuş bir dünya çapında mülkiyet hırsına en uzak, yaşama sevincine en yakın bir toplumsal katman olarak düzeni/düzenleri, ve aslında “düzen” dediğimiz şeyin ta kendisi haline gelmiş gönüllü kulları ve bunların en ağır hastalık aşamasına gelmiş olan ırkçılarını kin dinine tapanlarını rahatsız ediyor. Çekoslovakya kültürünün en mühim yapı taşlarından birisi olan ve ne yazık ki bugün Prag dışına sürülmekte olan Çek Çingenelerini anlatan bir şiiri, yine bu kültürün en büyük yapı taşlarından birisi olan Antonín Dvorák bestelemiştir: “Bir şahine som altından bir kafes ver O değiştirmez yerini, bırakmaz dikenli yuvasını Sonsuz düzlüklerde özgürce koşan asi bir atın Dizgin ve üzengi istediğini kim görmüştür Doğa Çingeneye öyle bir şey vermiş ki O yalnızca, o özgürlüğe bağlı sonsuz bir bağla! Adolf Heyduk *** Irkçılığın, nefretin yaraladığı ezilen çoğunluğun bir özelliği de Çingenelerin başına gelenlere sessiz kalmaktır. Bu sessizliğin ortasında duran düşünceye iyi bakarsak şunu görebiliriz: Çingeneler, diğer bütün ezilenlerin ezmeye yeltenebileceği bir yere sıkıştırılmış durumdadır. Bu hem çoğunluklar için, savunmasız Çingeneleri ezebileceğine ilişkin pasaklı bir tesellidir, hem de ezme ve ezilme kavramının kapitalist toplumlardaki “normal hayata dönmesinin” ta kendisidir. Budur aslında bu bakımdan söylenmiş bütün kelimelerin künhü, dibi, yarası, yasası; çünkü ezme ve ezilme, hor görme ve horlanma ilişkisini bütün toplumların kabul etmesinin yatağı, kapısı, zemini budur. “En altta” sayılanı, egemen sınıfın ezberlettiği nedenlerle ezmek, bu, senin ezilmeni “makulleştirmektedir”. Bu ezme, hoyratlık, dışlama, nefret ilişkisini istediğimiz biçimde çoğaltabiliriz; istediğimiz kadar çoğaltabiliriz derdi, çıkarı bu olan bütün işbirlikçilerinin eninde sonunda nereye vardığını, varacağını… *** Bir gün kapınızı açıp sokağa çıktığınızda komşunuzun duvarında şu yazıyı okuyorsunuz: “Türkler defolun!” Öteki komşunuzun balkonundan sarkan bezde şunlar yazılı: “Hepiniz piçsiniz, hepiniz Türksünüz!” Şaşkınlık ve tedirginlik içinden sokaktan çıkmaya çalışırken köşedeki bakkalın camında şu afişi görüyorsunuz: “Türk şaşırma, sabrımızı taşırma!” Onun yanındaki kahvenin camında, halkı mitinge çağıran asıl afişte şunlar yazmaktadır: “Türk Yalanına Sessiz Kalma!” 26 Şubat 2012’de İstanbul-Taksim Meydanı’nda gerçekleşen Hocalı Mitingi’nde ve öncesinde Türkiye’de yaşayan Ermenilere tam da bu yapıldı. Toplumun ezilen çoğunluğu, böyle bir şeye ya doğrudan yahut dolaylı katıldı veya sessiz kaldı.
Ermeniler, ezilen Türklerin, Kürtlerin, Alevilerin, türban taktığı için öğrenim ve çalışma hakkı elinden alınan bir kısım dindarın ezebileceklerine inandırıldıkları bir halk konumuna itilmiştir çünkü. Bunu Türkiye’nin egemen sınıfları yapmıştır. Doğrudan doğruya iktidarın gerçekleştirdiği bu miting, ilk bakışta yalnızca Ogün Samast’a özenerek beyaz berelerini takıp oraya koşanların; orada “Türkün üstün gücünün dünyaya yeteceğini” bağıran İçişleri Bakanı’nın, kurşunlayarak öldürdükleri bir Ermeni gazeteciyi bir de orada aşağılamaya yeltenenlerin işi gibi gözüküyor… Hayır. Komşusuna, insanlığın başka bir parçasına karşı bir nefret dalgasının geldiğini hisseden anlayan ve uzak duran, hissedemeyen, bunu anlayamayan, anlamazdan gelen ama esas olarak bunun karşısında susmayı, olacakları izlemeyi bir biçimde yeğlemiş herkesin işidir.